28 seneden sonra Türkiye’ye dönme kararını almanızda ne etkili oldu?
23 senesi İsveç, 5 senesi Finlandiya’da olmak üzere toplam 28 sene yurt dışında kaldım. Bu süre içinde bu ülkelerin kültür dairelerinden çok çeşitli yardımlar aldım ve sanatımı bu sayede geliştirebildim. İskandinav ülkelerinde idealistlere büyük yardımlar yapılıyor. Gittiğimde 32 yaşındaydım, 50 yaşımda döndüm. Neden derseniz; günün birinde mutlaka dönecektim, bana göre böyle gerekiyor.
Ben İstanbulluyum, bu şehri seviyorum. Bir de Finlandiyalı eşimle bir oğlumuz oldu; şu an 11 yaşında. Onun Türk dilini ve kültürünü öğrenmesini istedim. Aslında en büyük etken bu oldu diyebilirim. Ayrıca profesyonel anlamda buradaki Türk müzisyenlerle çalışmalar yapmak istedim. Yurt dışındayken de onları çağırıyor, birlikte çalışmalar yapıyordum ama bir süre sonra bu gidip gelmeler ekonomik olarak çok yük getirmeye başladı. Böylece buraya gelip daha yakın olmak, daha sağlıklı seçimler yapmak istedim. Magnetic Band’i burada kurdum, festivallere buradan katıldım. Türkiye’yi biraz da Türkiye üzerinden temsil etmek gerektiğini düşünüyorum. Yurt dışından temsil etmek de güzel ama bir süre sonra bu insanın gücüne gitmeye başlıyor. Bir süreliğine olabilir ama ömür boyu yapılacak bir şey değil. Türk devletinden pek bir yardım görmedim, hala da görmüyorum ama buradayken en azından gayretlerimle bazı şeyleri daha kolay yapabiliyorum.
Dönerken planlarınız neydi?
Birçok iyi müzisyen tanıyorum. Başta amacım onları buraya davet edip bir okul, bir kolej açmaktı. Birkaç girişimim oldu ama Türkiye’de devlet bu tür girişimleri desteklemiyor. Hep bireysel çabanızla bir şeyler yapmak zorundasınız. Özel sektörle birkaç güzel çalışmamız oldu ama okul anlamında yine de istediğimi elde edemedim. Yurtdışında ben birçok konservatuarda dersler verdim. Ana gelin görün ki Türkiye’de kimse beni gel ders ver diye bir okula çağırmadı. Konuşmacı olarak katıldım, o kadar.
Ritim Atölyesi’ni de ben kendi imkanlarımla kurdum. Buraya birçok farklı meslek grubundan insan gelip ritim öğreniyor. İçlerinde müzik öğretmenlerinin de bulunması beni özellikle mutlu ediyor çünkü öğrendiklerini öğrencilerine yayıyorlar. Biz ritim eğitimini tüm Türkiye’ye yaymak istiyoruz ama daha tarih coğrafya kitaplarında hatalar yapan bir Milli Eğitim Bakanlığıyla bu sadece bir hayal, bir fantezi. Akıntıya kürek çekmek istemiyorum.
Ritim öğrenmek bir insana neler katar?
Ritim insanın balansını düzeltir, kendine güvenini sağlar. Çok önemli bir beyin jimnastiğidir. Geri kalmış, gelişmemiş refleksleri ortaya çıkarır ve reflekslerimize hakim olmaya başlarız. Ritmin insana çok yönlü faydaları oluyor. Dediğim gibi ritim bir beyin jimnastiğidir çünkü matematik üzerine kuruludur. Matematik bilenler ritmi çok daha çabuk kavrar örneğin. Hem matematik anlamında ezbercilik, hem de hayal gücü vardır içinde. İçimizdeki doğaçlama yeteneğini de tetikler. İçinizdeki ritmi bir sanat haline getirerek yanınızdakilerle paylaşırsınız. Bu anlamda da bir takım çalışmasıdır.
Firmalara nasıl eğitimler veriyorsunuz?
Son 5 yıldır biz ritim eğitimlerini firmalara veriyoruz. Hemen her sektörden, aklınıza gelebilecek neredeyse bütün büyük firmalarla çalıştık diyebilirim. Bu biraz firmaların yöneticilerinin de kapasitesiyle ilgili. Eğer bir firmada yaratıcılık kavramına önem veriliyorsa hemen bize ulaşıyorlar. Biz de kendi yaratıcılığımızla onların ürünlerini kullanıyoruz. Örneğin konserve kapağı üretimi yapan bir firmada konserve kapaklarından enstrümanlar yaptık. Cam firmasında camları kullandık. Plastik malzemeler, metal borular, sac levhalar… Bütün bu malzemelerden yararlanıyoruz firma eğitimlerimizde… Logosunu enstrüman haline getirip çaldığımız firmalar da oldu. Seramikten çok güzel aletler yaptım örneğin; harika tınılar elde ettim. Bir mutfağa girdiğiniz zaman çalınmayacak şey yok. Bir arabanın içini, dışını çalabiliriz. Kamyonlar da dahil.
Ritim eğitimlerini firma çalışanlarına nasıl uyarlıyorsunuz?
Bir üretimin belirli safhaları vardır, hammadde gelir, belirli süreçlerden geçerek üretilir ve satışa sunulur. Bu aşamada pazarlama ve reklam ayağı da devreye girer. Biz insanları yaptıkları işlere göre gruplara ayırıyor ve belirli aletler veriyoruz. Örneğin reklamcıya marakas gibi sempatik aletler, müdürlere de çan veriyoruz. Müdürler her zaman metronom görevini görüyor çünkü tıpkı bir fabrikadaki gibi, onların ritmi bozulduğunda bütün çalışanlar birbirine girer. Eğitimler sırasında çalışanlar kendi yaptıkları görevin bilincine varıyor. Örneğin pazarlamacının sempatik, çekici, cana yakın, ikna edici olması gerekiyor. Bu özellikler aletlerde de var. Marakas, tef gibi aletler insana hareket serbestliği verdiği için daha bir canlı. Vücut dillerini kullanabiliyorlar. Firmanın yapısı içindeki diğer işlevleri de üçe dörde ayırıyoruz, tumbalar, djembeler gibi… Böylece çok güzel bir takım çalışması doğuyor. Eğitimlerin sonunda da söylüyoruz; sizin işleviniz şuydu, siz bunu yaptınız, bütün bunlar sizin şirket içindeki iş bölümünüzün müzikal şekliydi diye anlatıyoruz.
“Ritim Atölyesi’nde ritim çalışmak, bir hobiden öte, bir meditasyon gibi. İnsanlar burada günlük dertlerinden arınıyor ve bir takım halinde birlikte hareket edip birlikte durmayı öğreniyor. Buraya ekşi suratla gelen, güzelleşmiş bir yüzle çıkıyor.”
Ritme hiç yeteneği olmayan insan var mıdır?
Evet, vardır. Ama bunu nedeni daha önce hiç çalmamış olmalarıdır. Müzikte kulaksız deriz; ama sonuçta kulaksız kimse yoktur, duyuyordur ama beyni algılamıyordur. Henüz o yeteneğini hiç kullanamamış, hiç açmamıştır. Biz insanlara son derece toleranslı davranarak onlardaki bu özeliği geliştiriyoruz. Bir hoca gibi değil, dost arkadaş gibi yaklaşarak onu çalmaya teşvik ediyoruz. Kendisi de nasıl öğrendiğinin farkına varmıyor. Zaten eğitimlere katılan herkesin müzisyen olmasını hedeflemiyoruz. Mühim olan., takım çalışmasında nelere dikkat etmesi gerektiğini öğrenmesi. Bir kere direktörü, yöneticiyi dinleyecek. Sonra etrafındakileri dinleyerek onlara uyum sağlayacak. Mesela bir insan spor yapar, resim yapar ama bir kere bile davula vurmamıştır. Sonra yapınca kendisi de şaşırır. Elini nasıl vuracağını bile bilmeyen insanlar geldi eğitimlere, iki üç ay sonra çok güzel çalmaya başladılar.
Eğitim alanların davranışları değişiyor mu?
Çalışanlar bu eğitimden sonra şirket içindeki görevlerinin bilincine varıyor ve yaptıkları işe bağlanıyorlar. Sonra bu eğitimler sırasında insanlar birbirini tanıyor, birbirine ilgi göstermeye başlıyor. Asansörde selamlaşmayan insanlar birbiriyle konuşmaya, arkadaşlık etmeye başlıyor.
Enstrümanlarla insan karaktarleri arasında nasıl bir ilişki var?
Bir orkestrada bas çalan insanla piyano çalan insanın karakteri ayrıdır. Davulcular, bongocular ayrı, şarkıcılar tamamen farklıdır… İnsanlar hangi enstrümana eğilimli olduklarını kendileri buluyorlar zaten. İnsanın vücuduyla enstrümanı arasında bir uyum vardır örneğin.
Çocuklarla ilgili de çalışmalarınız olmuş, biraz bunlardan bahsedebilir misiniz?
Ben İsveç’te boş zamanlarımda spastik çocuklarla, anaokulu çocuklarıyla çalışmalar yaptım. Çocukların ritmi küçük yaşta öğrenmeleri çok önemli. Spastik çocukların çalarken tiklerinde önemli ölçüde azalma olduğunu gözlemledim. Kazanılan başarı büyük ilgi gördü ve İsveç hükümeti ritimle tedaviyi yıllar önce müfredatına aldı. Yaptığım seanslar videolara çekilip incelendi ve ritm terapi literatüre geçti. Ben aynı çalışmayı Türkiye’deki spastik çocuklarla da yapmak istedim ancak pek ilgi görmedi. Sanırım bazı insanlar işlerini kaybedeceklerini düşünüyor ve bu tür yenilikleri öğrenmek istemiyorlar. Etrafta duyduğumuz müzikler, radyolarda televizyonlarda yapılan bu müzik propagandası çok kötü. Ben bunun mücadelesini çok verdim, Avrupa’dayken de buradayken de… Sonuçta kötü müzik her yerde var ama Türkiye’deki en kötüsü. Macunlaşmış, laçkalaşmış bu müziği çocukların evde anneleri babaları dinliyor. Evde dinlemese dışarıda dinliyor. Çocuğunuzu iyi eğitim alsın diye bir okula veriyorsunuz, servis minibüsünün şoförü bu kötü müzikleri çalıyor. Servis şoförü arabesk dinletiyor diye ben çocuğumu okuldan aldım.
“Firma eğitimlerinde ürettikleri ürünlere göre enstrümanlar tasarlıyoruz. Konserve kapakları, cam kavanozlar, plastik malzemeler, metal borular, sac levhalar, seramik… Bunların hepsini enstrüman olarak kullandık. Logosunu enstrüman haline getirip çaldığımız firmalar da oldu.”
Birçok alet de geliştiriyorsunuz…
Ben kendim aletler yapıyorum, icat ediyorum. Mekanik yeteneğim babamın genlerinden geliyor bu bana, babam bir pilottu. Parçaları nasıl imal edeceğimi, kesip biçeceğimi, lehim yapacağımı biliyorum. Elektronikle de uğraştım bu amaçla. Sonuçta bu benim hobim gibi ama hobimi de müzik için kullanıyorum. Alet yaparken streslerim gidiyor.
Şu an hangi projelerle uğraşıyorsunuz?
Benim İsveç’te kurduğum Oriental Wind isimli bir grubum var. İskandinavya’nın en iyi müzisyenlerinden oluşan bu grupla yıllarca sayısız albümler yaptık, festivallere katıldık, konserler verdik. Dünyaca tanınan bir grup. Ben bu grubu Türkiye’de de yapmak istedim ve geçen sene böyle bir çalışma yaptım. Yeni oriental Wind’i Türkiye’den çıkarmak istiyorum. Önder Foçan gitarist, İsveçli gitarıst arkadaşım, basçı Kaan Yıldız ve saksafoncu Çağdaş Oruç, zurnacımız Ahmet Özden ve birde çingene davulcumuz var Rüstem çemberi. Bunlar da Türk ezgilerini koruyorlar. Öbür yandan caz müzisyenleri de bunu evrenselleştirip bunu gençlere sunuyor. Türk ezgilerini çalıyoruz, zeybekler, bazı oyun havaları, köçekçeler, benim parçalarım… Bu ezgileri, cazın sonsuz doğaçlama serbestliği içinde ama orijinal yapılarını koruyarak seslendireceğiz. Bu çok önemli ve Türkiye’de yapılmış şekli yok.
Yorum yapmak ister misin?