Türkiye’nin yurt dışında en çok tanınan müzisyenlerinden olan Burhan Öçal, daha İsviçre’deki ilk atölye çalışmasında dokuz-sekizlik ritimlerle fark yarattı. “O gün fark etmeden iyi ki kendimi çalmışım” diyen Öçal, başarının cesaretle mümkün olduğunu söylüyor.
Onun müzik kariyeri birçok ismin aksine önce yurt dışında başladı, daha sonra ülkesinde tanınmasıyla devam etti. Daha 17 yaşındayken Amerika’ya gidip Hollywood’u tanıma sevdasıyla çıktığı yollarda İsviçre’de 12 yıllık bir durak verdi. Ama bu durağı onun yolunu tam olarak bulmasını, başarı merdivenlerini birer birer çıkmasını sağladı.
Burhan Öçal, 1991 yılında Türkiye’de ilk konserini verdiğinde İsviçre’nin, Almanya’nın hatta Amerika’nın birçok önemli festivalinde sahne almıştı. Cemal Reşit Rey’deki bu konserin ardından bir reklam filmi çekti ve dahası bir sinema filmiyle artık ülkesinde herkesin tanıdığı perküsyonist Burhan Öçal olarak hafızalara kazınmıştı. Türkiye’de geniş kitleler tarafından tanınan çok az perküsyonist olduğu düşünüldüğündeyse onun farklılığı bir kez daha ortaya çıkıyordu. Çünkü hem halkın arasından bir Kırklareliliyi hem Avrupa’nın ortasından bir müzisyeni çok iyi taşıyordu. Bugün hayatını hem biraz İsviçre’de hem biraz Türkiye’de geçiren Öçal’ın bu topraklarla ilgili ilk ideali 10 doğu şehrine sanatı götürmek. Öçal, oralara çağdaş sanatı götürüp yerel değerlerin farkındalığını yaratmak istediğini söylüyor. Projenin sofistike olmasına ve kaliteli olmasına ise büyük hassasiyet gösteriyor.
Sarıyer sırtlarında her odasından ayrı bir müzik sesi duyulan tarihi evinde bizi ağırlayan Burhan Öçal’la hayatının değişme noktalarını, henüz kimselere açıklamadığı ve rolü için sıfıra vurdurduğu saçlarıyla yeni filmini, kısacası sanat hayatını konuştuk.
Kırklareli’nden çıkışınız ve müzik yolculuğunuz nasıl başladı?
Kırklarelili olmamın bana katkısı ve özellikle batıya açılmamdaki rolü çok büyük oldu. Çünkü sanatla çok iç içe büyüdüm. Babam sinema işletiyordu. Amatör olarak müzikle ilgilenirdi, grubu vardı. Oradan bir virüs bulaştı bana. Sinemanın hayatımızda olması, babamın arada bir tiyatro oyunları ya da konser düzenlemesi, evde müzik yapılması, hem anne hem baba tarafından müzikal açıdan yetenekli insanların olması… Açıkçası birikti birikti ve beni fişekledi. Çocukluğumda bir dönem Niğde’ye gittim, bir yıl kadar orada kaldım. Çok güzel bir orta Anadolu hayatım oldu. Sonra Ankara Lisesi’ne, ardından da Nişantaşı’nda İstanbul Belediye konservatuvarına geldim. Tam o dönemde henüz 16-17 yaşındayken babama Amerika’ya gitmek istediğimi söyledim. Türkiye’de istediklerimi yapamadığımı düşünüyor ve Hollywood’u, sinema dünyasını tanımak istiyordum. Ailenin en küçüğüydüm. Bu dönemde yaşımı da büyüttüm.
Amerika hayali kurarken İsviçre’ye neden gittiniz ve orada kalmanızda neler etkili oldu?
Çocukluk arkadaşım Erol Aral o dönemde İsviçre’de okuyordu. Erol’la kardeş gibiydik. Ben Erol’u ziyaret ederim oradan da Amerika’ya giderim diye düşünüyordum. İsviçre’ye girişim çok ilginçtir. Bir pazar günü trenle Münih’ten İsviçre’ye girdik. Sınır memuru pasaportuma baktı ve “Ne şanslı çocuksun sen, yarından itibaren İsviçre Türklere vize uyguluyor, iki saat geç gelsen giremeyecektin” dedi. Zürih istasyonunda Erol beni karşıladı ve ben sonra 12 yıl Amerika’ya gidemedim. Çünkü bir gün Erol bana bir broşür gösterdi ve bir caz atölye çalışmasına gitmemi önerdi. Atölye çok güzel bir sanat evinde düzenleniyordu. Yıl 1977 sonlarıydı ve o çalışmaya katıldım. Atölyede herkes enstrümanlarını getirmişti ve ben de enstrüman yoktu. Üstelik İngilizcem de zayıftı. İranlı arkadaşım Camşit’ten defini göndermesini istedim. O döneme kadar hayatımda ne darbuka çaldım ne def çalmıştım. Orada herkes süper çalıyor, teknikleri çok iyi biliyor ama ben kulakla çalıyordum. Bir gün oradaki hocamızın davulunu çalmak istedim. Hocama, “Size dokuz sekizlik çalacağım” dedim. Bu aksak ritm çok etkileyici oldu. O gün iyi ki kendimi çalmışım. Atölye sonunda herkesle birlikte bir konser yapıldı. Orada da hem çaldım hem türkü söyledim. Ve sonrasında roman yazarı ve şair olan Werner Bucher’in teklifiyle her şey gelişmeye başladı. İlk olarak onun Zürih’te yaptığı edebiyat ve şiir festivalinde romanımdan bölümler okuduğu sırada arkasında müzik yaptım. Böylece Erol’a “Ben gitmiyorum Amerika’ya burada bir şeyler yapacağım” dedim. Çünkü Bir boşluk yakaladım, etno müzik, etno caz, Etno World Müzik… Bir süre sonra artık İsviçreli Türk olmuştum.
Bu noktada cesaret ve şans faktörü ne kadar etkili oldu?
Bunların hepsi aslında cesaretle ilgili. Ben 16-17 yaşında tek başıma yola çıktım ve birçok şeyi denedim. İnsanlar trafikte cesaret gösteriyor. Oysa ki kültürde, sanatta, çevreyi korumak ve cesur olmak gerek. Şans faktörü ise senin yaşam tarzına bağlı. Şansı getiren cesarettir. İngilizlerin bir lafı vardır: ‘Şansa ve şöhrete pek güvenmeyeceksin. Genellikle gece yarısı gelir ve gece yarısı gider.’ Ben İsviçre’de bir dönem de soul-funk yapmaya başladım. Burhan Öçal Grup- funk. Gruptaki arkadaşlarımızdan birinin eşi vasıtasıyla Amerika’da ICM ajansıyla görüştüm ve Los Angeles’ta iki konser verdim. Çok heyecanlıydım. Başından beri hayal ettiğim yerdeydim. Uçaktan inerken Hollywood yazısını gördüm ve heyecanım daha da arttı. konserin sonunda ajansla New York’ta kontrat imzaladım. Kısacası cesaretim beni buralara getirmişti.
Türkiye’de yurt dışından daha geç tanınmaya başladınız. Bunun dönemeci ne oldu?
İstanbul Caz Festivalindeki konser, sonra Açıkhava konserleri, ardından Babylon konserleri, reklam filmi ve sinema filmi. İlk defa 1991’de burada çaldım. Ama tanınmıyordum. Hatta Cemal Reşit Rey’deki iki günlük konserde toplamda 400 kişi yoktu. Ama orada beni Pozitif Organizasyon’un ve Babylon’ların sahipleri Ahmet Uluğ, Mehmet Uluğ ve Cem Yegül tanıdı. Türkiye’deki müzik hayatımda onlar çok yardımcı oldu. Sonra beni takip eden Lale Plak’ın sahibi Hakan Atala ile tanıştım. Benim daha 1980’de yaptığım ilk plağı eline geçirmiş. Ayrıca DDA Reklam Ajansından Esra Ekmekçi’den ve Armağan Birkiye isimlerinden de söz etmeden geçemem. Ardından Abdullah Oğuz’u tanıdım. Beş yıl önce bir gece yarısı aradı ve kafasında bir projede benim oynamamı istedi. Aslında oyunculuk içimde hep vardı ve Abdullah bunu dışarı çıkardı. O Şimdi Mahkum filmini hiç zorlanmadan çektik. Şimdi ise ikinci filmimi Hollywood’da çektim. Gelecek yıl Mayıs ayında gösterime giriyor.
Müzisyensiniz, oyunculuk yapıyorsunuz. Şöhret olma duygusu nasıl bir ruh hali?
Ben bir müzisyenim. Ama oyunculuk içimde bir virüs ve onu da yapacağım. Önce müzik geliyor. Aslında artık birçok kişi benim oyuncu olduğumu da kabul ediyor. Hollywood’da da çok olumlu tepkiler aldım. Şöhrete gelince, o sahip olduğunuz kapasiteyle ilgili. Gelişiminizi sürekli devam ettirmeniz gerekiyor. Bir insana yapacağınız iki yatırım çok önemli. Birincisi o insanın sağlığı, ikincisi de o insanın kaliteli bir profil oluşturması. İnsan kendi sağlığına kendisi yatırımını yapacak ve kendini iyi yetiştirecek. Birçok dergiyi ve kitabı takip ediyorum, her odamda dinlenmesi gereken düzinelerce CD var. Okunması gereken ciddi dergiler var. Etüt etmek zorunda olduğum düzinelerce enstrümanım var. İki üç dil konuşmalıyım. Önemli olan başarının devamlılığını, sürekliliğini getirebilmek. Sonradan gelen kuşaklara kalabilmek ve faydalı eserler yapmak.
Yeni projelerinizi anlatır mısınız? Müzik dışında nelerle ilgileniyorsunuz?
İsviçre’ye gidiyorum konserim var sonra da Hindistan turuna çıkıyorum. Türkiye’de Itri projesini yapacağım. Bu yıl Unesco Itri yılını açıkladı. Doğu Anadolu’ya yönelik projeler yapacağım. 10 tane kent seçtim kendime. Oraya çağdaş sanatı onların üzerine serip oradaki yerel değerlerin farkındalığını yaratmak ve otantik halini korumak gibi bir hayalim var. Müzik dışında gece hayatım yok ama araba tutkum var. Klasik otomobilleri seviyorum. Binek arabamın dışında iki tane Amerikan arabam var. İsviçre’de şarap sevgisi bulaştı. Bir şarap koleksiyonum var.
Yorum yapmak ister misin?