Balkan Naci İslimyeli, Türk resminde çok büyük yere sahip bir sanatçı ve aynı zamanda bir akademisyen. Marmara Güzel Sanatlar Fakültesi’ni bıraktıktan sonra şimdi Bilgi Üniversitesi’nde ders veriyor. Öğrencilerine sanattan önce başlarını dik tutmayı, kendilerine güvenmeyi öğretiyor çünkü günümüzün ekonomik koşullarının sanatçıyı pasifize ettiğini, küratörlük sisteminin sanatı iyice ticarileştirdiğini düşünüyor. İslimyeli’yle küratörlük sistemini, Türk sanatının dünyadaki konumunu ve projelerini konuşuyoruz…
Son günlerde sanatta küratörün görevi hararetli bir biçimde tartışılıyor. Siz de bu taraflardan birisiniz… Sizce bu sistemde hatalı olan nedir?
Bütün sanat dünyasının gündeminde küratörlük var. Sanatçılar ve küratörler iki taraf olmuş durumda ama tarafların birbirini reddetmesiyle çözülecek bir sorun değil bu. Asıl sorun, kimin kime yardımcı konumda olması gerektiği. Küratörün varlık nedeni sanatçı ve sanat. Eğer sanatçı olmazsa ona yardım eden yan kollar da olmayacak. Modernitede sanatçı bir efsaneydi, her sanatçı bir mitostu. Daha sonra geç kapitalizm yeni hiyerarşiler, yeni katlar yarattı. Yani kitlesel sanat, sanatın kitlelere açılması ve sanatın mobil, gezgin bir hale gelmesi, o sirkülasyonun içine girmesi ve ekonominin, kapitalizmin bunu tetiklemesi, sunulan maldan çok sunuş biçimlerini ve sunan kişileri ön plana getirdi. Yani bu ekonominin trendlerinin getirdiği bir durum. Etiketleyenler, tasnif edenler ve pazarlayanlar neredeyse üretilen şeyin önüne geçmeye başladı. Bu herhangi bir obje için de böyle ve maalesef sanat da bu endüstrinin içine girdi. Dolayısıyla ekonomik trendler sanat piyasasında da geçerli olmaya başladı. Bu da sanatçıyla küratörü karşı karşıya getirdi.
Sanatın pazarlanabilir bir hale gelmesi sanatçıları nasıl etkiliyor?
Bir söylem geliştirmiş, belirli kaliteye sahip sanatçılar küratörlerin kontrolü altında sanat yapmayı tabii ki reddediyorlar, bu çok doğal. Ama kurumu kabul ediyorlar. Yani üretilen şeyin birileri tarafından taşınması, gezdilirmesi, kitlelere açılması… Bu bir tür pazarlama işi de denebilir. Dolayısıyla bu pazarlamayı yöneten insanların direktifleri bu yüzyılların birikimi. Sanatçı yapısı gereği kendi dilini, dünyasını oluşturmaya çalışır, otoriteyi, kalıpları reddeder. Bu yüzden çok keskin bir kırılma noktasına geldi sanatçı – küratör ilişkileri. Zararları şu: küratörlük sistemi eleştiri kurumunu yok etti. Düşünün, toparladığınız ve taktim ettiğiniz grupların sergilerine karşı objektif olamazsınız, övücü yazılar yazacaksınız. Dolayısıyla eleştiri küratörlük sisteminin içine çekildi ve bağımsız konumunu kaybetti. Sanatçılar sürekli belirli konseptlere göre iş ürettikleri için bir dil, söylem geliştirme yeteneğinden mahrum kaldılar, tembelliğe itildiler. Gençlerin bu biraz işine geliyor. Onlara bu sistem tepeden başlama gibi bir sözde şans sunuyor. Bu gençler belirli sergilerde bir süre kullanılıyor, sonra yerlerine başkaları getiriliyor. Ama sanatçı olmak, uzun yıllar ayakta kalmak için bir savaşçı gibi mücadele vermeniz gerekli. Önce resminizle mücadele vereceksiniz, sanat dünyasıyla mücadele, sonra onu savunmak ve kitlelere yaymak için mücadele etmelisiniz. Sanatçı olmak için komple bir atlet olmanız gerekiyor. Çocukların hoşuna gidiyor küratör eteğine sığınmak ama bu gerçek bir korunak değil. Bunları hem gündeme getirelim hem de öğrencilerimizi eğitelim istiyoruz. Türkiye’nin de bu konuda uyarılması gerekiyor çünkü bizde sistemin bu zaaflarını dengeleyecek vakıflar veya müzeler gibi kurumlar bulunmuyor. Kamuoyunun olaya, alan girip de bu dengeleri tanzim edecek bir ağırlığı olmadığı için bu otoritelerin ağırlığı daha büyük ve korkunç görünüyor.
Küratörlük sistemi içinde, yurtdışındaki sergilerde Türk resimlerinin etnik tat olarak kullanıldığını söylüyorsunuz…
Bu sadece Türk resmi için geçerli değil. Alıp satan, pazarlayan bazı ülkeler var. Bunlar daha çok anglosakson ülkeler; İngiltere ve Amerika, onları da Almanya takip ediyor. Ekonomik güçleriyle orantılı olarak bir temsil güçleri var. Globalizm gündemde; bütün insanlığı bir araya getirelim, kucaklayalım falan… Ama bu kotalı bir kardeşlik projesi. Sembolik olarak belirli ülkeler temsil ediliyor ama o sanatçıların sanatı, o sergiyle sınırlı olan temsil gücünü aşamıyor. Bunun için organize bir dünya gücü yok, bu da uluslararası bir vicdan tatmini olarak o sanatçıların sanatı temsil edilse de gerçekten izlenmiyor. Belirli bir organizasyon içinde yer almıyorlar yanı diğer bir deyişle pazara dahil edilmiyorlar. Sadece bir jest olarak gösteriliyorlar.
Siz hiç temelli yurtdışında yaşamayı düşündünüz mü?
Benim yaklaşık altı yılım yurtdışında geçti, dönem dönem temelli kalmayı da düşündüğüm oldu. Her gittiğimde dönüp dönmeme ikilemini yaşadığımı itiraf etmeliyim ama burası hep ağır bastı. Belki de o bizim 68 kuşağının ruhundan, ettiğinden, vatansever değerlerinden kaynaklanan bir şey. 68 kuşağı olarak bizim siyasal bir mücadelemiz var. Vicdan olarak burası ağır bastı. Bir de İstanbul benim en sevdiğim şehirlerden biri. Birçok yer gezdim ama İstanbul’u aşan bir yer olmadı. Biraz New York beni bocalattı ama iyi ki İstanbul’u seçmişim. New York’un şartları 11 Eylül’den sonra yabancılar için çok kötüleşti.
İstanbul’u çok sevenler kendilerini bir tek New York’ta rahat hissediyorlar galiba…
Evet, böyle bir genelleme yapılabilir sanıyorum. Ama orada misafir olarak kalmakla temelli yaşamak arasında çok büyük fark var. Ben çok özel bir bursla, Fullbright bursuyla gittim Amerika’ya ve çok hoş bir konukluk dönemi yaşadım. Ama bu dönemi yaşarken bile kalıcı olduğunuz taktirde önünüze çıkacak duvarları görebiliyorsunuz. Orada da geç kapitalizmin kuralları işliyor. Orada da ayrımcılık var, Avrupa’daki kadar yoğun değil belki ama belirli ülkelere, belirli sanatçılara verilen şanslar çok sınırlı. Arkasında çok büyük bir alıcı gücü, sermaye gücü görmüyorlarsa o sanatçının, şansları zayıf. Bu duvarları hissettiğiniz için çok da rahat edemiyorsunuz aslında.
Duvarları yıkmak için ne yapılabilir?
Bu organize olarak yapılabilecek bir iş, bir sanatçının tek başına yapabileceği bir şey değil. O ülkenin sermayesinin, zenginlerinin, devletinin o ülke sanatçısının arkasında olması lazım. Mesela New york’ta pek çok Avrupa ülkesini gayri resmi galerileri vardır. Örneğin Almanya’yı temsil ediyoruz demezler, Almanya’nın lafı bile geçmez ama bilirsiniz ki o galeri Alman sanatçılarını temsil eder. Devlet gürünüm sevimsiz olduğundan. Sivil görünümlü ama bu destek işini yapan galeriler var. Bizim Türkiye’nin ise hiç yok. Birkaç tane var ma çok da etkili değiller. Lobicilik faaliyetinin içindedir sanat. Biz AB ile biraz lobicilik bilincini ilerlettik ama hala çok gerideyiz. Hatta biz kötü anlamda kullanırız lobiyi, “lobicilik yapma” falan deriz.
Anadolu ve Mezopotamya temaları üzerine birçok eser verdiniz. Bu topraklar size ne anlam ifade ediyor?
Bu topraklar her şeyi ifade ediyor. Zaten Mezopotamya ve Anadolu bütün uygarlıkların rahmi, uygarlığın doğduğu yer. Bu topraklardan geçmemiş, iz bırakmamış bir uygarlık hemen hemen yok. Ben bunu bir avantaj olarak görüyorum, asla bu temaları folklorik olarak kullanmadım, çok evrensel buluyorum Anadolu’nun, Türkiye’nin tarihini. Benim bulmama da gerek yok, objektif tarihi gerçekler böyle. Bu pırıltılardan heyecanlanmamak, yararlanmamak mümkün değil çünkü bu genlerimizde var. Onu bastırmamak lazım, gerekli yerlerde çıkmalı. Mesela Atatürk Kültür Merkezi’nde açtığım Suret sergisinde, yüz konusunu işledim ama üç kutsal kitabın öykülerinden yararlandım. Hepsinin Anadolu’da anlatılan folklorik masallar, söylenceler içinde yerleri var. Dolayısıyla burada iyi bir şey yaptığınız zaman zaten evrensel oluyorsunuz. Çok katlı bir kültürde yaşıyoruz. Türkiye’de büyümüş bir sanatçı Almanya’da büyümüş bir sanatçıya göre doğal olarak daha evrensel değerler taşıyor. Eğer kültürü folklorik sembollere indirgemiyorsa, derinleştirebilecek bir yeteneği varsa burada yaşamak bir sanatçı için müthiş bir şans. Ben bizim sanatçılarımızın bunun yeterince farkında olduğunu düşünmüyorum.
En son bir eskicide bulduğunuz bir hatıra defterini “Arınma” temasında kullandınız. Dört dinden çocukların farklı dilden yazılarını barındıran bu defteri de Anadolu’nun zenginliğini temsil ettiği için mi seçtiniz?
Ben devamlı İstanbul’da deyim yerindeyse eşinirim. Bit pazarları, eskicileri hep dolaşırım. O defteri bulduğumda çok heyecanlandım. Farklı dilden ve dinden insanların o çocukluk yani en saf kirlenmemiş dönemlerindeki yakınlıkları çok etkileyici. Demek dünya o çocukların arasına neler sokuyor… O saf yapı beni çok etkilemişti. Onu aldım, bir kenara koydum, deyim yenindeyse zulamda bekliyordu. Önüme “Arınma” gibi bir konu gelince de hemen aklıma o defter geldi. O çocukların saflığını kullanayım istedim. Sonra iş üredi. Basın çok ilgilendi, bu ilgi sayesinde defterin sahibini buldum, onlar da çok heyecanlanmışlar, taa Amerika’dan kalkıp geldiler.
Bir serginizde işlediğiniz “deja vu” teması bambaşka bir soru uyandırıyor: Zaten sanatta her şey “deja vu” değil midir? Hiç yoktan, yepyeni bir şey var etmek mümkün müdür?
Değil tabii ki, bu çok açık bir gerçek. Bizi heyecanlandıran, harekete geçiren tüm duygularımız başkalarına da ait ve tekrarlanıyor. Örneğin Shakespeare’i düşünün; teknoloji ne kadar değişmiş olursa olsun, Hamlet’in kırgınlıkları hala yaşanıyor. Dünya yine karanlık ve yine adil değil. Araçlar değişiyor, ifadeler değişiyor ama insanın trajedisi hiç değişmiyor. İnsan hep bir dayanak arıyor, o yalnızlığı kıracak bir çoğalma sistemi geliştirmeye çalışıyor ve bunu sanatla, başka insanlarla başarmaya çalışıyor. Kırgınlıklar da bu yüzden oluyor. Dünyanın evrensel bir trajedisi var ve sürekli tekrarlanıyor.
Türk resmi sizce tarihsel olarak hangi gelişimlerden geçti ve şu an hangi noktada?
Türk resminde çok ciddi bir ayıklama yapılırsa, ki yeni müzelerle bunlar yapılacak, çok anlamlı şeyler üretildiğini bütün dünya görecek. Fakat biz, sanatı ileten yan kurumlardaki tıkanmalar dolayısıyla o ayıklamayı iyi ve tarafsız bir şekilde yapamıyoruz. Bu yüzden çok parlak değilmiş gibi görünse de olağanüstü bir birikimi var Türk resminin. Hele Cumhuriyet öncesi dönemi bir şaheser… Ama ben Türk sanatçısını biraz tutuk ve korkak buluyorum.
Artık sanat sadece iç görüşle, yetenekle yapılan bir iş değil. Çok bilmeniz, araştırmanız, çabalamanız gerekiyor. Bir maestroluk işi çağdaş sanat. Birçok enstrümanı bir arada kullanabiliyor olmalısınız.
Neden tutuk buluyorsunuz Türk sanatçısını?
Sanatın gerektirdiği söylem, araştırma, didikleme, yırtıcı olma hali, uzlaşamazlık yok Türk sanatçılarında genellikle. Biz bir cemaat kültüründen geliyoruz. Devlet otoritesi, ondan önce din otoritesi… Çocuk yaşımızda asla görüş farklarımız yüzünden övgü almıyoruz. Hep birileri bizim adımıza konuşuyor, bizim adımıza davranıyor. Bunu sadece belirli kuşaklar yırtabiliyor ki benim kuşağım bunlardan biri. Genetik bir anlamda sanatçıları pasifize ediyor, tutuklaştırıyor. Bir yandan Türk burjuvazisi yani sanatı teşvik etmesi gereken ortam da tutucu, hep dışarıya öykünüyor. Bir zamanlar Türkiye’de burjuva kesiminin olmadığı söyleniyordu ama artık Türkiye’de ciddi bir sermaye birikimi oluştu. Ancak bu para kendi değerlerini kuran, oluşturan, geliştiren bir para değil. Taklitçi bir kesim. Ve alıcı kesimin beğenileri bu pazarın şekillenmesine yol açıyor ama beğenileri çok sınırlı, geri ve tutucu. Şartlar sanatçıları bu sınırlar doğrultusunda resim yapmaya zorluyor. Genetik portreye ekonomik tuzaklar da eklenince ortaya böyle bir tutukluk durumu çıkıyor.
Bu döngüyü kırabilen sanatçılar var mı?
Var tabii… Gençler kırma formüllerine yatkınlar ama dışarıda bunu kıranların söylemlerini kullanıyorlar, yani kendi söylemlerini yine de oluşturabilmiş değiller. Kendi ifadeleri, sözcüklerini kullanmıyorlar. Dışarıdaki kontratak sanatı taklit ediyorlar. Bu öykünmeciliği aşmamız gerekiyor. Bu da birey olmaya bağlı. Bizim tarihsel yapımız henüz birey üretemiyor; sadece sanat alanında değil herhangi bir alanda da… Ben diyebilen, ama ben derken o ben içinde toplumun değerlerini de temsil etmesi gerekiyor. Böyle bir zenginlik birikim, daha doğrusu çaba istiyor. Artık sanat sadece iç görüşle, yetenekle yapılan bir iş değil. Çok bilmeniz, araştırmanız, çabalamanız gerekiyor. Bir maestroluk işi çağdaş sanat. Birçok enstrümanı bir arada kullanabiliyor olmalısınız.
Yapıtlarınızda birçok farklı malzemeden, farklı disiplinlerden yararlanıyorsunuz…
Tabii, bilgisayar kullandım, üç boyutlu işler yaptım, boya kullandım, video çektim, enstalasyon yaptım. Ama bütün bunlar birer imkan, birer araç. Önemli olan ne söylediğiniz yani bu araçlarla ne yaptığınız. Türkiye’nin en büyük hatalarından biri malzemeyi sanatın kendisi olarak görmek. Şimdi boyacılarla entalasyoncuların kapışması kadar saçma bir şey olabilir mi? Birinde mekan içinde çok parçalı bir söylem kuruyorsunuz, diğerinde bir düzlem üzerinde… Neyle yaptığınız değil, ne yaptığınız önemli. Türkiye hala bu kısır tartışmaları aşamadı, hala malzemeyle uğraşıyoruz.
Malzeme anlatım dilini de etkilemiyor mu?
Zorluk da burada zaten. Çağdaş sanat yapabilmeniz için bir atlet olmanız gerekiyor. Dramaya, sese, aksiyona duyarlı olacaksınız. Bu teknikleri biraz öğreneceksiniz. Ama bir tanesinde derinleşebilirsiniz. Ben istisnai durumlardan biriyim. Bu çok hoş bir sınav. İnsanın kendisini değişik malzemelerde dünyayı takip edebilmek kolay değil ve bunu başardığımda çok heyecanlanıyorum.
En çok hangi malzemeler size heyecan veriyor?
Sıkıldığımdan zevk almıyorum. En yenisi hangisiyse ondan keyif alıyorum. Malzemenin de bir yorulma dönemi oluyor, sizin de bir yorulma döneminiz oluyor. Ben kafamdakine göre malzemeyi seçiyorum. Önce anlatacağım şey ortaya çıkıyor. Daha sonra bunu en iyi hangi malzemelerle anlatabilirim diye düşünüyorum. Önce seçip sonra düşünmüyorum. Proje bazlı düşünen bir beynim var. Sürekli düşünüyorum ve fikirlerimi not alıyorum. Sonra dönüp baktığımda bazılarının iyi olmadığını, bazılarının da uğraşmaya değer olduğunu görüyorum. Ama aklınızdakilere zaman ve malzeme yetişmiyor, beyin bunlardan daha hızlı.
Gelecek için ne gibi projeleriniz var?
Şimdi Saraybosna’da bir sergi açtım. Yakındaki projem ise Mimar Sinan’ın Üsküp’teki Çiftehamamlar adlı şaheser binasında gerçekleşecek. Burası modern sanat müzesi oldu, 2006’da çok büyük bir sergi açacağım şimdi ona hazırlanıyorum. Nisan’da da G-Mall’da bir sergi açacağım. Bir resim sergisi bile açsanız mekana saygılı olmanız gerekiyor. Bir serginin yerleşimi de bir enstalasyondur aslında. Hele bir enstalasyon yapacaksanız, mekanla organik bir bağ içindeyse projeniz, çok daha kuvvetli bir ilişki kurmanız gerekiyor. Bazı mekanlar insanı çok heyecanlandırıyor. Bir sergi yaratacak kadar kışkırtıyor, Çiftehamam da böyle bir mekan. Ama kafamda neler olduğunu söylemeyeceğim, sürpriz olsun istiyorum.
Yorum yapmak ister misin?