Dağcı ‘Nasuh Mahruki’

Doğa sporlarının birçoğuyla uğraşan ama en çok dağcılıktaki başarısı ve 1999 depreminde AKUT’un yaptığı çalışmalarla daha yakından tanıdığımız Nasuh Mahruki, deneyimlerini Outdoorturk’un düzenlediği seminerlerle iş dünyasına aktarıyor.

Dünyanın en zorlu dağlarına tırmanarak pek çok ünvanın sahibi olan Nasuh Mahruki, tüm tehlikeleri göze almasının ardında kararlı bir insan olmasının yattığını söylüyor: “ Ben kendimi hırslı bir insan olarak tanımlamam. Hayatımda her zaman hedeflerim vardır ve bu hedefler doğrultusunda büyük bir kararlılıkla ilerlerim ama bunu hırs olarak değerlendirmiyorum.” Mahruki, dağcılığa 24 yaşında başlamış, 32 yaşımda dünyanın en zor tırmanışlarından olan K2’yi gerçekleştirmiş. Dağcılığa başlamasından itibaren toplamda 2 yılını çadırda geçirdiğini ve 1 yıl boyunca da 4000 metrenin üzerinde yaşadığını söyleyen Nasuh Mahruki, “Ben dağlardan keyif alıyorum. O yüzden zamanımın ve kaynaklarımın önemli bir kısmını bu yolda kullandım, sonucunu da başarılı olmayla aldım” diyor. 

Hangi sporlarla uğraşıyorsunuz?En çok dağcılıkla adım duyuldu ama doğa sporlarının birçok dalıyla uğraşıyorum. M ağaracılık, yamaç paraşütü, aletli dalış, motor sporları, yelken ve bisiklet sporlarına meraklıyım.

Mağaracılık nasıl bir spor?Mağaralara birtakım teknik donanımla yapılan ziyaret. Yatay veya dikey mağaralar şeklinde iki tür olabilir. Yatay mağarada aydınlatma sistemleri, palet kullanmak kaydıyla yürüyerek ilerlenebiliyor. Su olduğu zaman mağaralarda botlarla gitmek gerekebiliyor. Bazen mağara dalışı yapabiliyorsunuz ki o biraz tehlikeli bir spordur. Dünyanın en derin mağaralarından birkaç tanesi Türkiye’de. Toros dağlarında 1300-1400 metre derinliğinde mağaralar mevcut. Bunlar tabii profesyonel ekiplerle yapılan sporlar. Mağaracılık da dağcılık gibi ciddi bir sektör aslında.

Hangi derneklere üyesiniz veya beraber çalışıyorsunuz?
Çok uzun yıllar sivil inisiyatifle bir şeyler yaptığım için sivil toplum örgütü konusu benim açımdan çok önemli. AKUT’un kurucularından biriyim, aynı zamanda başkanıyım. Sualtı Araştırmaları Derneği’nin de kurucu üyelerinden biriyim. Gezginler Kulübü Derneği ve UGSAD var, Milli Güvenlik Akademisi mezunlarının üye olduğu bir dernek. Onun da yönetim kurulunda görevliyim. AKUT benim en faal olduğum, sorumluluklarım ve yetkilerimin olduğu bir dernek. Bu anlamda AKUT en önde geleni, diğerlerinde de üzerime görev düştükçe bir şeyler yapıyorum.

Takım çalışması ve liderlik üzerine seminerler veriyorsunuz. Nasıl bağdaştırıyorsunuz liderlikle dağcılığı?
Benim 17 yıldır sürdürdüğüm bir doğa sporları hayatım var, bunun 10 yılı da profesyonel nitelikte. Bu tür sporlar takım çalışması ve liderlik becerilerinin çok ön planda olduğu sporlar. Ben aynı zamanda İşletme Fakültesi mezunuyum. Gündelik hayatı ve iş hayatını bir araya getirip akademik bilgimle, spor hayatımdaki deneyimlerimi birleştirip bu konular hakkında kendisini geliştirmek isteyenlere farklı bir bakış açısından, farklı bir pencereden sonuca erişilebileceğini göstermek istiyorum. Kendi mesleki kariyerimizde çeşitli eğitimler alıyoruz ve üç aşağı beş yukarı hep aynı şeyler söyleniyor. Belki bunların yeri değişiyor ama kurgu hep aynı. Bu aynı olan kurgu, riskli sporlarda da böyle. Bu bağlantıyı belirledikten sonra riskli sporlardaki deneyimlerimle bir seminer ortaya çıkarttım.

Ne zaman başladı bu seminerler?
1995 yılında Everest tırmanışından sonra başarılı olmak, zirveye oynamak, hedef belirlemek gibi konularla alakalı ilgili söyleşilere katılmaya başladım. Ama tabii bunun seminer haline dönüşmesi 10 yılın ürünüdür. Seminer kendisini sürekli yenileyerek devam ediyor.

 


“1995 YILINDA EVEREST TIRMANIŞINDAN SONRA BAŞARILI OLMAK, ZİRVEYE OYNAMAK, HEDEF BELİRLEMEK GİBİ KONULARLA ALAKALI İLGİLİ SÖYLEŞİLERE KATILMAYA BAŞLADIM. AMA TABİİ BUNUN SEMİNER HALİNE DÖNÜŞMESİ 10 YILIN ÜRÜNÜDÜR. SEMİNER KENDİSİNİ SÜREKLİ YENİLEYEREK DEVAM EDİYOR.”

 

Yazarlığa başlamanız da bu dönemde mi oldu?O biraz daha önce. İlk kitabım Bir Dağcının Güncesi’ni 1992 yılında 24 yaşındayken yazdım.

Outdoorturk’le ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz?
Orada benim sorumluluğum indoor eğitim dediğimiz kısmıyla ilgili. Bu tür eğitimler indoor ve outdoor birlikte yapılıyor. Indoor kısmı insanları artık çok fazla tatmin etmiyor, araziye çıkıp uygulamalı olarak bir şeyler de yapmak istiyorlar.

2001 yılında, Kuzey Alaska’nın sert iklimi ve coğrafyasında, çok özel olarak hazırlanan Arktik Koşullarda Hayatta Kalma eğitimi aldınız. Nasıl bir deneyimdi, size ne öğretti?
Normalde hayatımızda çok karşılaşacağımız bir şey değil. Türkiye’nin coğrafyası da buna pek uygun değil. Ama kuzeyde ya da güneyde arktik dairenin üzerinde kalan bölge, arktik coğrafya diye geçiyor. Tabii çok soğuk buralar. Buralarda düzenlenen ekspedisyonlar var, örneğin bu coğrafyada dağcılık tırmanışı yapmak gibi… Bu coğrafyaların ve iklim koşullarının da kendine özgü dinamikleri var ve bu koşullarla başa çıkmak için donanımlı olmanız gerekiyor. Ben profesyonel sporcuyum ama o eğitimi almasam çok zayıf hissederdim kendimi. O da kendimi geliştirmek istediğim alanlardan biriydi ve Danimarkalı bir eski arktik komandadan iki haftalık eğitim aldık, hakikaten çok ağır koşullar vardı. 180 km mesafeyi, donmuş arktik okyanusu üzerinde elimizde sadece harita, pusula ve GPS’le iki kişi geçtik. Tamamen navigasyon, o koşullarda beslenme, enerjinin nasıl organize edileceği gibi, tüm bunların ifade edildiği bir eğitimdi.

Kar Leoparı ünvanınızdan bahseder misiniz?
Rusya dağcılık federasyonunun çok köklü bir dağcılık geçmişi var. Sovyet Asya’da 7 bin metrenin üzerinde beş tane dağ var; Khan Tengri , Lenin, Korjenevskoy, Communism, Pobeda . Ruslar bu beş dağı tırmanan dağcılara bir ünvan verilmesi gerektiğini düşünmüşler. İlk olarak 1966 yılında biri tamamlamış bunu. O günden sonra da çok popüler bir hedef olmuş. Ben de bu ödülden 1992 yılında haberdar oldum ve çok etkilendim. Bu ünvanı almaya karar verdim. 3 yıl uğraştım, Ruslarla çok iyi arkadaş oldum. En sonunda 1994 yılında tamamladım. Tamamladığımda da çok az batılı dağcı vardı. Yabancı dağcılar Rusları pek bilmiyordu, Rus dağcılar da yabancıları bilmiyordu. Türkiye’nin hem coğrafi hem kültürel yakınlığı bana çok büyük fayda sağladı. Dağcılık disiplininde bana en önemli katkısı, bu süreçte Rus dağcılık disipliniyle yetişmemi sağlaması oldu. Benim kişiliğime de çok uygun bir disiplin oldu bu, kariyerimi o vizyon yönlendirdi.

Çok sayıda dağa tırmanmak iyi dağcılık mıdır?
Çok dağa tırmanmak hakikaten ciddi bir tecrübe ve bilgi birikimi getirir. Ben seminerlerimde hep şunu söylerim: ben 24 yaşımda dağcılığa başladım, 32 yaşımda K2’ye tırmandım. 24’le 32 yaşım arasındaki kariyerime baktığımda toplamda tam 2 yılımı çadırda geçirmişim. 1 yıl boyunca da 4000 metrenin üzerinde yaşamışım. Ben dağlardan keyif alıyorum. O yüzden zamanımın ve kaynaklarımın önemli bir kısmını bu yolda kullandım, sonucunu da başarılı olmayla aldım.

Kariyerinizde en önemli tırmanışlar hangisiydi?
Bir kere Kar Leoparı ünvanı benim için çok önemli. Üzerinden 11 sene geçti, Türkiye’de tekrarlayan olmadı. Everest tırmanışı da aynı şekilde. Everest’e çıkarken, ilk Türk olacağımı biliyordum. Aynı zamanda dünya üzerindeki bu kadar Müslüman arasında ilk başarılı tırmanışı gerçekleştirdim. Çünkü dünyada 1.2 milyar kadar Müslüman var, bu kadar Müslüman ülke arasında Türkiye’den birinin çıkması da ayrı bir gurur kaynağı benim için. 1996 yılında Yedi Zirveler projesini gerçekleştirdim. Dünya üzerindeki yedi kıtaların en yüksek dağına yani Everest, Aconcagua, Vinson, Kilimanjaro, Mc. Kinley, Elbruz ve Kosciusko dağlarına tırmanmayı içeren bir projeydi. 1996’da tamamladığımda dünya üzerinde 44. ve en genci oldum. Ama profesyonel dağcılığın en üst seviyesine baktığınızda K2’yi söylemek gerekiyor. O da dünyanın en zorlu ve tehlikeli dağlarının başında geliyor.


“24’LE 32 YAŞIM ARASINDAKİ KARİYERİME BAKTIĞIMDA TOPLAMDA TAM 2 YILIMI ÇADIRDA GEÇİRMİŞİM. 1 YIL BOYUNCA DA 4000 METRENİN ÜZERİNDE YAŞAMIŞIM. BEN DAĞLARDAN KEYİF ALIYORUM. O YÜZDEN ZAMANIMIN VE KAYNAKLARIMIN ÖNEMLİ BİR KISMINI BU YOLDA KULLANDIM, SONUCUNU DA BAŞARILI OLMAYLA ALDIM.”

 

K2’yi en tehlikeli dağ yapan koşullar neler?
Fiziksel, coğrafi, iklimsel koşulları biliniyor ama bu tür değerlendirmeler yapılırken hep rakamlara bakılır. Kaç kişi tırmanmış, kaç kişi hayatını kaybetmiş, tırmananlardan kaçı sağ kalmış gibi. K2’de şöyle bir istatistik vardı: K2’nin zirvesine tırmanmayı başaran 164 kişi var, denerken 57 kişi hayatını kaybetmiş. Yani zirveye çıkan her 3 kişi için 1 kişi hayatını kaybetmiş. Ayrıca bu 164 kişinin 22’si zirveye vardığı halde hayatını kaybediyor. Başarılı olduktan sonra yüzde 13.5 öleceksiniz gibi bir istatistik başka hiçbir dağda yok. O nedenle gerçekten çok zor bir hedef.

Peki bu kadar yüksek bir ölüm olasılığı karşınızda dururken, tırmanma isteği hırs mıdır?
Ben kendimi hırslı bir insan olarak tanımlamam. Hayatımda her zaman hedeflerim vardır ve bu hedefler doğrultusunda büyük bir kararlılıkla ilerlerim ama bunu hırs olarak değerlendirmiyorum.

Hırs kötü bir şey mi sizce?Belki de hırsı olumlu ve olumsuz olarak ikiye ayırmak gerekiyor. Ben olumlu hırsı kararlılık olarak adlandırıyorum, olumsuz hırsı da sakınılması gereken bir şey olarak görüyorum. Gözünüz hırs yüzünden bir şey görmeyecek hale gelirseniz çevrenizdekilere zarar verebilirsiniz. Kararlılıkta öyle bir şey yoktur. Ben kendime zarar verebilirim ama çevreme zarar vermem. Ben o ayrımı hayatımda net olarak yapıyorum. Hırslı bir insan değilim ama kafama koyduğum hedefi mutlaka gerçekleştiririm.

AKUT’un depremdeki başarısı ve sivil toplum örgütlerine olan ilginin artması konusunda neler söyleyebilirsiniz?
Türkiye, 1999 depreminden sonra sivil toplum örgütlerinin ne kadar etkin ve başarılı olabileceğini gördü. O dönemden sonra sivil toplum örgütlerine bir ilgi, merak ve katılım patlaması yaşandı. Bu tabii olumlu bir gelişme. Çünkü sivil toplum örgütü dediğimiz şey vatandaşların kendi enerjisiyle, içinde yaşadıkları millete, devlete karşı sosyal sorumluluklarını gönüllü olarak yerine getirmeleri için bir araya geldikleri örgütler. Vatandaşların sosyo-kültürel, eğitim, çevresel yapılarıya alakalı zaman içerisinde bir ortaklaşa kültür haline dönüşen bir yapı. Aslında Anadolu coğrafyası buna çok uzun yıllardır hakim. Osmanlı, o dev imparatorluk zamanında dahi devlet eliyle çözemediği birtakım problemleri sivil toplum örgütleriyle çözme yolunu seçmiş. Vakıflar kurmuş, hala 300 yıllık vakıflar var. Darülaceze gibi fakirler, hastalar, çocuklar, yaşlılar için Cumhuriyet’ten önce kurulmuş pek çok vakıf var. Yine imece dediğimiz sistem öğretilirdi bize çocukken. Dolayısıyla bizim özümüzde bulunan, hatta batılılardan çok daha önce yarattığımız değerleri yitirmişiz. Bütün toplumların bu ciddi sosyo-kültürel değişimlere karşı önlemlerini alması gerekir. Türkiye önlemlerini alamadan yakalandı. Bireyler ve kurumlar birbirinden kopuk hareket etmeye başladı. Ta ki 17 Ağustos 1999’da hep beraber bir tokat yiyene kadar. O tokatı o kadar sert yedik ki, AKUT’un ortaya çıkmasıyla sivil toplum örgütlerinin önemi görüldü. Halbuki AKUT çok daha öne kurulmuştu ve o bizim 84. operasyonumuzdu.

**İçeriklerimizle ilgili görüş ve önerilerinizi editor@kariyer.net adresinden bize iletebilirsiniz.