Endüstri ürünleri tasarımına ilginiz nasıl başladı?
Anne ve babamın iç mimar olmaları ve mesleklerine, mimarlığa, sanata, tarihe olan saygı ve ilgileri ve bu ilgilerini çocukları ile paylaşmaları, bilinçaltı da olsa herhalde biz çocuklarını küçük yaşlarda etkiledi sanıyorum. Daha bilinçli olduğum dönemlerdeyse onların bürosunda geçirdiğim zamanın, gördüklerimin, hissettiklerimin, okuduklarımın da etkisi olmuştur, kim bilir! Zaten sanatın pek çok koluna ilgim çocuk yaşlarda başladı. Profesyonel olarak bale, amatör olarak da gravür ve grafikle ilgilendim. Ama sanırım en ağır basanı “product design” kelimelerinin ardındaki gizemdi.
Milan’a eğitim almak, orada yaşamak ve çalışmak tasarıma yaklaşımınızı nasıl değiştirdi?
Hem o zamanki Domus Academy’nin bildik okullar gibi ‘okul’ olmaması, hem de “Milano ruhu”nu yaşamak kaçınılmaz deneyimlerdi benim için. Ufkumun açıldığını, ruhumun tazelendiğini, heyecanımın doruğa ulaştığını daha fazla hissedemezdim. Sadece tasarıma bakışımı değil dünyaya ve kendime bakış açımı da değiştirdi bu deneyimler. Domus Academy’den tam not ile mezun olmam, bana hocalık yapan ve İtalyan tasarımının bugün ‘İtalyan Tasarımı’ olarak anılmasında büyük rol oynayan en büyük İtalyan tasarımcıların muhakkak bir donem Milano’da kalmam gerektiğine kendi kendilerine karar vermeleri, beni orada bir dönem daha kalmaya ve is aramaya sevk etti. Bu süreç beni, kurtların dans ettiği, güçlükler, engebelerle dolu, tasarım dünyasının ortasına hiçbir desteğe dayanmadan, sallana sallana dengemi bulmaya yöneltti. Hacıyatmaz olabilmeyi öğrendim. Orada yerleşmiş bir tasarım kültürünü hissediyor insan. Günlük yaşamında sokaktan geçerken balkon demirlerine baktığınızda bunu hissediyorsunuz. Bunu bir tartışma esnasında ya da esiniz dostunuzla yaptığınız konuşma esnasında onların birikimlerinde de hissediyorsunuz. Sadece olaylara bakarak ya da mecmua karıştırarak öğrenilecek bir tasarım kültürü söz konusu değil. Milano’da güçlü bir akım var; tüm baba stüdyolar ve onların yetiştirdiği bir sonraki jenerasyonlar, olan bitenler, yayınlar, sergiler bir yandan insanı çok korkutuyor, bir yandan da müthiş cezbediyor. Korkutuyor çünkü, insan bu büyük dünyanın içine nereden, nasıl ve kim olarak gireceğini bilemiyor. Bir yandan da girdiğiniz andan itibaren de öylesine keyifli ama zorluklarla dolu bir girdabın içerisine giriyorsunuz ki isteseniz bile çıkamazmışsınız gibi geliyor. Sonsuz rekabetin oluşturduğu ortamla birlikte, bu mesleğin insandan bazı şeyleri alıp gittiği gerçeği baki. Ama zoru başarmak daha keyif verici değil mi?
Şimdiye kadar hangi firmalarla çalıştınız?
İtalya’da Pirelli, Alessi, FontanaArte, Replastic, Egizia, Foscarini, Cappellini/Progetto Oggetto, Guzzini, Steel, RSVP, Gabbianelli, Merati, Rapsel/Nito, Mobileffe, Liv’it, Almanya’da Authentics, WMF gibi markalara çeşitli tasarımlar yaptım. Japonya’da Sharp, Nisan ve Casio ile çalıştım. Turkiye’deyse Nurus, Decorums, MPD, Vitra, Alparda ve Derin için çalışmalar yaptım.
Endüstri ürünleri tasarımı, diğer tasarım türlerinden alanlarından hangi yönlerden farklı?
Hangi tasarım alanına göre? Material design, interface design, design management, furniture design, transport design, fashion design, graphic design, visual design, strategic design, web design, interior design… Pek çoğu ile ortak yanı olmakla birlikte endüstri ürünleri tasarımı yukarıdaki diğer tasarım türlerinin bir kısmını da bünyesine alır. Tüketicinin eline aldığı; evinde, ofisinde, arabasında her gün görerek beraber yaşadığı; yaşadıkça farklı hisler hissedebildiği ürünlerden oluşmakta; bunun içinde materyal de var, interface de, grafik de…
Tasarım, günlük yaşamın bir parçası; günlük yaşamda kullandığınız araç gereçler olduğuna göre bizim görevimiz her gün yaptığınız şeylere bir kalite katmak. Günlük yaşamda ürünlerinizin başkaları tarafından kullanılması önemli. Kullanılırken de tüketiciye farklı değerleri, hisleri yaşattırabilmek, önemsiz gözüken değerlerin, detayların önemini başkalarına hissettirebilmek önemli. Tasarlarken kimi zaman ürününüze bilginizi aktarırsınız, kimi zaman ise yeni teknikleri yeni materyalleri deneyerek, araştırarak uygulamasını öğrenirsiniz. Düşünün ki mesleğinizin bilgi sınırı yok. Sürekli öğrenmeyi gerektiren bir mesleğiniz var.. Eh öğrenmek kadar zengin bir şey olmadığına göre fena bir meslek değil endüstri ürünleri tasarımcılığı.
Taklit ürünler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Taklit; düşünce kısırlığının tembellik ile birleşimi olsa gerek. Aslında söylenebilecek pek fazla söz yok ama taklit edildiğinizde hoşunuza bile gidiyor. Taklit eden kişi bir yerde sizi yüceltiyor; düşüncenizin diğerlerinden üstün olduğunu ister istemez size ispat ediveriyor.
Tasarımlarınızda Türk geleneğinden de yararlanıyorsunuz ama postmodern bir yaklaşımınız olduğu da söylenemez. Bunu nasıl başarıyorsunuz?
Osmanlı kültüründen geliyorum ve Avrupa’nın çağdaş ve önemli bir merkezinde, Milano`da, ve Amerika’da, Boston’da tasarımcı olarak çalışırken de kendi kültürümün hatırasını unutmamaya çalışıyorum. Bir obje tasarlarken geleneksel dünya, antik kültür dünyası beni çok cezbediyor, ama tasarladığım objenin -eğer ki bir gün “mass-product”a dönüşürse- endüstriyel materyaller ile üretileceğinin ve dünyadaki “aseptic department store”lara dağıtılacağının da bilincindeyim. Materyal kültür, yani günlük yaşamda kullandığımız objeler, davranışlar, eski gelenek görenekler, bir tasarımcı olarak benim için en önemli referans, ama günlük yaşam için yeni vizyonlar sunmak mecburiyetinde olduğumu biliyor, bunun sorumluluğunu taşıyorum. Ve bu, bugün bizlerin vermesi gereken bir mücadele olduğuna inanıyorum. Yeni vizyonlar sunarken eğer tasarımın derin kültürünü öğrenmeden, yüzeysel bilgiler ile yola çıkılırsa, düşülebilecek en büyük tehlike, stilizm. Uluslararası stilin kötü kopyaları ya da özünü kavramadan Osmanlı stilinin detaylarını basit bir şekilde kopya edilmesi gibi büyük yanlışlıklar bunun olabilecek sonuçları. Bundan kaçınmak için tasarım kültürünü derinliğine bilmek gerek ve lokal kültür, onun sembolleri, üretim teknikleri, insanların davranışları, ananeler, ritüeller arasında bağ kurmak gerekir.
Tasarım dilinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
Ben, bilinçaltımda kendi kültürümü yaşarken, tasarladıklarımla kendimi anlattığım bir dilim var; kullandığım dil; çağdaş, yalın, agresif olmayan, stilizimden uzak, zamana dayanıklı, basit ama banal olmayan; kimi zaman materyaller ile, ya da tipolojiler ile innovatiftir; kimi zaman ise yaklaşımıyla, fikirleriyle bir ruhu yansıtan? Bu dilin zengin olması lazım ki yaptıklarınızla karşınızdakileri sıkmayın. Bu dilin derin, yoğun olması lazım ki size farklı bir duyguyu, hissi, düşünceyi yaşattırabilsin, bu dilin bir bütün olması lazım ki bir ürününüz bir diğer ürününüzü tutsun, ürünün siz olduğunu anlasınlar. Bu anlatım ifadesi ile her gün yapılana bir kalite eklemek, hissiyat yaratacak günlük objeler tasarlamak, tasarlarken de ürünlerin nerede biteceğini, nasıl kullanılacağını, nasıl insanları yormamaları gerektiğini düşünmek benim amacım. İdeal ürün, sanırım, uyarlanabilen, her gün kullanılan, kullandıkça; ele alındıkça, ışığında kitap okundukça insanı heyecanlandıran hatta belki şaşırtan ürün?
Pirelli için tasarladığınız lastiklerde Türk dantellerinden grafikler kullandığınızı duymuştum, bu doğru mu?
Pirelli “tır kamyonları için lastikte grafik” projesini verdiğinde ilk olarak bizim kamyon şoförlerimizi ve son derece domestik bir ortamı andıran şoför mekanını düşündüm. Adam haklı, ömrü yollarda geçiyor. Eh ne yapsın, gecesini gündüzünü geçirdiği bu mekanı, özlemini duyduğu evinin ve sevdiklerinin eşyaları ve anılarıyla donatıyor; oraya buraya sıkıştırdığı yapma çiçekleri, sevgilisinin, karısının, çocuklarının fotoğrafları, koltuğuna attığı elişi minderi, direksiyon mahallini kaplayan annesinin tığladığı dantel örtüsü vs… İşte bu yüzden geliştirilebilecek tema olarak danteli düşünmüştüm; yıllar/dolambaçlı yollar/ tır/ kuvvet/ sabır… Ve bunların üzerine tam zıt zarafette ancak bir yerde aynı emeği / sabrı / zamanı isteyen danteller… Ve Pirelli’ye bu temayı sunmuştum; ancak hiç de tahmin etmediğim bir yorum ile karşılaştım; “Sizin kamyon şoförlerini bilmeyiz ama bizim şoförlerimiz çok maçodur!” Aman dedik, yanlış anlamayın bizimkiler sizinkilerden daha maçodur… Ama baktım iş başka yöne doğru sarıyor, bunun üzerine tam tersine bir fikirle dövmelerden yola çıkarak bu meşhur tır lastiğini Medusa başlı yılanlarla donattık!
Sizin için çok özel olan, çok sevdiğiniz bir tasarımınız var mı?
“Çocuklarınızdan hangisini daha çok seviyorsunuz?” sorusuyla karşılaşan bir ana gibi ben de herhangi bir ayım yapmadığımı, hepsine ayni sevgi, ayni ilgi ile yaklaştığımı memnuniyetle itiraf edebilirim.
Türkiye’de kalsaydınız yine dünyaca ünlü bir tasarımcı olabilir miydiniz sizce?
Böyle tanımlanınca insan kendini bir şey sanıveriyor! Teşekkürler… Az önce bahsettiğim gibi Milano’nun bana kattığı çok şey var; tasarım kültürü, yaşayan tarih, bilgi, deneyim, tutku, heyecan… Ama sadece bu da yetmez bir yaratıcı için; Türkiye’ye mahsus değil söyleyeceğim ama düşüncem; insan belirli bir yere bağlanıp kalırsa, kendini geliştiremeyeceğidir… Bir yere bağlı kalmak, fiziksel bir durum olsa bile, ruhu da etkilediği muhakkak. Dolayısıyla gezmek görmek, meraklı olmak, dünyaya açılmak, başka kültürleri görerek, yasayarak öğrenmek hele bir yaratıcı için kaçınılmaz. Zira iyi bir yaratıcı olmak için pek çok veriye sahip olmanız gerekli… Eğer araştırmacı, meraklı, ilgili değilseniz; genel kültürünüz ve de konu ile ilgili birikiminiz yoksa; malzeme bilgisi, uygulama tekniklerine ait ilginiz, bilginiz , deneyiminiz yoksa; düşünceyi yaratıcılığa çeviremiyorsanız; kendinizden, deneyimlerinizden, yaşamınızdan etkilenemeyip başkalarını örnek alarak kopyalama yapıyorsanız; yaratıklarınızda bir kişiliği yakalayamıyorsanız, başarılı olma şansınızın düşük olacağını tahmin ediyorum. Nerede olursanız olun…
Türkiye’ye dönmeyi planlıyor musunuz?
Niye olmasın? Ama plan yapmak pek bana göre değil. Türkiye’den sonra şimdiye kadar Milano’da büyük bir keyifle yaşadım, ama bu demek değil ki yaşamımın sonuna kadar burada kalacağım. Zira şu ara daha çok Amerika’da bulunuyorum.
Yorum yapmak ister misin?