Tekfen Holding Yönetim Kurulu Başkanı, TEMA ve ANG’nin de aralarında olduğu birçok sivil toplum kuruluşunun kurucusu ve başkanı Nihat Gökyiğit… İlerleyen yaşına rağmen emeklilik gibi kavramlarla pek ilişkili olmayan Nihat Gökyiğit, İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı dönemlerde adım attığı Robert Koleji yıllarının ardından bugüne geçen 70 yılda çok büyük işlere imza atmış. Kelimelerle sınırlanamayacak hayat öyküsü bugünün fark yaratma sıkıntısı yaşayan iş dünyasına örnek olabilecek nitelikte. Nihat Gökyiğit, her gün gittiği ofisinde, 60 yıllık ortaklarıyla aynı katta çalışmaya devam ediyor. Artık günlük işlerle ilgilenmediğini söyleyen Gökyiğit, sosyal sorumluluk projeleriyle halen oldukça ilgili. Bugün gönüllü sayısı yüzbinleri aşan TEMA gibi çok önemli bir vakfın iki kurucusundan biri olan Gökyiğit, doğaya dost projelerin ve çalışmaların her şeyden önemli olduğunu düşünüyor. Bu coğrafyanın çok büyük hazineleri içinde taşıdığına tam olan inancıyla Gökyiğit, bu hazineleri geleceğe aktarmak için çalışmaya ara vermiyor.
Gökyiğit, bu uzun ve dolu dolu hayat hikayesinin bir bölümünü bizimle paylaştı. Gökyiğit’le Tekfen Holding’deki ofisinde konuştuk:
İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı yıllarda sizin de aslında hayat yolculuğunuz başlıyor. Artvin’den tek başınıza yola çıkarak İstanbul’a geliyorsunuz. Yolculuğunuzu anlatır mısınız?
Babam 15 yaşıma geldiğimde beni İstanbul’a, Robert Kolej’e göndermeye karar vermişti. O zaman Robert Kolej’de okumak demek yabancı lisan bilmek, vizyon sahibi olmak demekti. Ancak elbette uzun yolculukların çok zor olduğu bir dönemdi o zamanlar. Artvin’den Hopa limanı 85 kilometre ve vapuru kaçırmamak için bir gün önceden gitmeniz gerekiyor. Üstelik bineceğiniz gemi sadece yolcu gemisi de değil, içerisinde koyunlar var, inekler var bir de yolcular var. Öte yandan İkinci Dünya harbinin başladığı yıllar. Vapur mayınlardan dolayı sadece gündüzleri gidebiliyor. Hopa’dan İstanbul’a 13 günde geldik. Çok zahmetli bir yolculuktu. Ancak benim bu yolculuktaki en büyük hatıram babamın beni tek başına vapura bindirmesiydi. Özgüven sahibi olmamanın çok önemli olduğunu bilen babam bana “sen artık büyüdün, tek başına gidebilirsin” demişti. Oysa sonradan öğreniyorum ki beni vapurda bir arkadaşına emanet etmiş.
Bu yolculuk ve İstanbul yılları size en çok ne öğretti?
Aslında babamın bu derece vizyon sahibi olması dededen geliyor. O yolculuk hikayemin devamında dedemle yaşadığım yıllar var. Artvin’den yola çıkışımdan 13 gün sonra İstanbul’a indiğimde beni dedemin gelip karşılayacağını düşünüyordum ama hiç kimse karşılamadı. Sora sora Kocamustafapaşa’daki evi buldum. Üstelik dedemin beni götürüp Robert Kolej’e de yazdıracağını düşünüyordum. Oysa o da tıpkı babam gibi bana yolu tarif etti ve tek başına gitmemi söyledi. Şimdi onların bu tutumunu çok takdir ediyorum. Çünkü bana kazandırdıkları bu özgüven her zaman yolumu açtı.
Robert Kolej sonrasında Amerika’daki okul yıllarınız geliyor. O dönemde Türkiye ve Amerika arasındaki en belirgin farklar neydi? Sizi en çok neler etkiledi?
İlk gittiğinizde ayrımcılığı görüyordunuz. Bir gün bir vapura bindim. Vapurda siyahların oturacakları yerler, hatta tuvaletleri bile ayrıydı. Bu olay beni çok etkilemişti. Ama bunun yanı sıra Amerika bana çok aydınlık gelmişti. Türkiye Amerika’ya göre çok daha karanlıktı. Pastörize kaplarda sütleri daha o tarihlerde yapmışlardı. Her şeyden önemlisi her şeyi en iyi yapmanın telaşı içindeydiler. En ufak işten en büyük işe kadar her şeyi en randımanlı ve en iyi şekilde yapmaya gayret gösteriyorlardı. Hep bir şeyi daha iyi nasıl, daha hızlı nasıl yaparız diye düşünüyorlardı. Amerika’da ilk önce okul yemekhanesinde, daha sonra markette çalıştım. Üstelik burada öğrendiğim bir başka şey de çalışmak, hangi işte olursa olsun hiç ayıp değildi, ayıp olan çalışmayıp boş durmaktı.
Amerika’dan dönüşünüz ve sonrasında devlet memurluğunun ardından kurulan bir şirket… Üstelik yola çıktığınız ortaklarınızla hiç ayrılmadan elde edilen büyük başarılar. İş hayatınızda dönüm noktalarınız oldu mu? Zorlu karar süreçlerini nasıl aştınız?
Şirketi kurduktan hemen sonra benim askeri inşaat çalışmalarındaki farklılığımı gören bir Amerikalı gelip beni buldu ve ilk işimizi bize verdi. İş yaşantısında bunun birçok örneğini gördüm. Asıl olan şudur ki: “Farklı olursan seni mutlaka fark ederler.”
Üstelik iş hayatında ortaklık kolay bir şey değildir ama eğer anlaşırsanız, ortaklık çok önemli faydalar ve üstünlükler temin eder. Benim çok büyük bir şansım ki ortaklarımla kardeş olmuşum. Bunu sağlamak için ise elbette bazı şeylere önem vermeniz gerekiyor. Çünkü günlük işlerde önemli veya basit çeşitli birçok karar alıyorsunuz. Bir konu üzerinde karar alma aşamasında eğer bir ortağımız tatmin olmadıysa, mutlaka onu ikna ettik. Bunu bir daha konuşalım ve kesin karar alalım dedik. Hiçbir zaman diğerine rağmen karar almadık. Bu durum karar verme sürecinde belki biraz yavaşlamaya neden olmuştur, ancak iş hayatının önemli dönemeçlerinde virajları daha sağlam almamızı sağlamıştır. Elbette şirketin sürdürülebilir olması da ortaklar arasındaki bu uyumla yakından alakalı.
En önemlisi de biz hiç karamsar olmadık. Hep optimist düşünceye sahip olduk. Her işin bir çaresi bulunur diye düşündük ve çarelerini bulduk.
TEMA Vakfı’nı Hayrettin Karaca ile birlikte kurdunuz. Türkiye’nin erozyonla mücadelesinde büyük uğraşlar verdiniz. TEMA’nın kuruluş hikayesinden bahseder misiniz?
TEMA 1992’de tam da bu odada kuruldu. Ben inşaatlar dolayısıyla Türkiye’nin her tarafını dolaşıyordum. Şantiyeden şantiyeye arabayla şehir şehir dolaşırdık. İşimiz inşaattı ama bir taraftan da doğanın nasıl tahrip edildiğini takip ediyordum. Örneğin Artvin’e 45 yıl hiç gitmedim. Bir gün bir açılış için davet ettiler ve ısrarlar üzerine gittim. Oradaki konuşmamda da belirmiştim, Artvin’e gitmedim çünkü çocukluğumda bıraktığım Artvin’i bulamamaktan korkuyordum. Fakat korktuğum da başıma geldi. Bahçeler içindeki güzel evler hep yok olmuştu. Hayrettin Karaca ile bu duruma bir çare bulmayı düşündük. Onun zaten doğayla ilgili çok önemli çalışmaları vardı. Önce Rahmetli Vehbi Koç’tan, sonra da rahmetli Nejat Eczacıbaşı’dan destek aldık.
TEMA’nın en önemli özelliklerinden bir tanesi sadece reddeden değil çözüm arayan bir vakıf olması. TEMA’da bu uyumu nasıl yakaladınız?
Vakfı kurarken hiçbir vakıfta olmayan bir şey yapmaya karar verdik. İlgili bakanlıkların müsteşarlarını da mütevelli heyetine almaya karar verdik. Çevre Orman Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Bayındırlık Bakanlığı gibi bakanlıkların müsteşarları bizim mütevelli heyetinin doğal üyeleri oldu. Ayrıca diyanet işleri başkanı, TRT Genel Müdürü ve Devlet Planlama Teşkilatı müsteşarı da üye oldu.
Bunu neden yaptık. Çünkü erozyonla mücadele küçük bir iş değil, çok çok büyük ve önemli bir iş. Bu yüzden bu işi devletle yapmak gerekiyordu. Çok güzel işler yapan sivil toplum kuruluşları var ama bu derece devletle işbirliği yapan bir sivil toplum kuruluşu yok. Biz Mera Kanunu’nu Toprak Kanunu’nu bu şekilde kurduğumuz ittifakla çıkardık. Çünkü ancak belediyelerle ve hükümetle işbirliği yaparsanız bu konuda başarılı olabilirsiniz. Her zaman suçlamaktansa beraber işler yapmanın yollarını aradık. Böylece TEMA çok hızlı büyüdü. Bugüne kadar 400 binden fazla gönüllü kaydedildi.
Sosyal sorumluluk alanında birçok projede aktif olarak görev aldınız, destekleyicisi oldunuz ve olmaya da devam ediyorsunuz. Kendi adınıza kurulan bir de Ali Nihat Gökyiğit vakfı var ve o vakfında doğaya dost çok önemli projeleri var. Sosyal sorumluluk projeleri sizin için neden bu kadar önemli?
Her şeyden önce hiçbir karşılık beklemeden ben ne yapabilirim diye kendini sorgulayarak hizmet etmek büyük bir mutluluk. Ben iş hayatında elbette çok büyük mutluluklar ve başarılar yakaladım. Ama inanın bazı sosyal sorumluluk projelerinde daha fazla mutlu olduğum zamanlar oldu. Türkiye doğal zenginlikleri çok fazla olan bir ülke. Üstelik, üç ana iklimin dünyada bariz şekilde buluştuğu yegane ülke. Burada Akdeniz iklimi, kara iklimi ve okyanus iklimi aynı anda yaşanıyor. Bu topraklarda Karadeniz’in fındığı da yetişiyor, Akdeniz’in zeytin ağacı da Sarıkamış’ın çamı da. Bu üçünün bir arada bulunduğu dünyada başka bir yer bulmanız mümkün değil. Bu nedenle bu doğanın korunması çok önemli.
Artık Türk insanı da bilinçleniyor, özellikle ağaç tutkusu başladı. Bu büyük bir mutluluk. Eskiden böyle bir bilinç yoktu.
Yorum yapmak ister misin?