Birçok ünlü sanatçının aranjörlüğünü yapan Ozan Çolakoğlu için müzik hayatın ta kendisi… Çolakoğlu, teknolojinin ilerlemesiyle beraber herkesin albüm yapabilir duruma geldiğini; hazırcı, risk almayan, kalıpların dışına çıkmayan sanatçı ve aranjörlerin çoğaldığını iddia ediyor.
1991’den beri Türkiye’nin en önemli sanatçılarının albümlerinin görünmeyen kahramanı olan Ozan Çolakoğlu, kariyerine Tarkan’ın “Yine Sensiz” albümünün direktörlüğüyle başladı. Ardından Tarkan’ın sırasıyla A-Acayipsin, Karma, Dudu, Adımı Kalbine Yaz gibi albümlerinde yapımcı ve aranjör olarak çalıştı. Sertap Erener’in 2003’te Eurovision’da 1. olduğu “Every Way that I Can” şarkısının aranjesini yapan Çolakoğlu, Hadise’nin “Düm Tek Tek” adlı şarkısının da düzenlemesini yaptı. Sanatçı ve albüm çalışmalarının yanı sıra “GORA, Hokkabaz, Organize İşler ve Sınav” filmlerinin müzikleri de Ozan Çolakoğlu’na ait. Mayıs ayında çıkardığı albümle hayranlarıyla buluşan Çolakoğlu’na albümünde Ajda Pekkan’dan Tarkan’a; Gülşen’den Sertap Erener’e birçok sanatçı eşlik etti. Kariyerinin dönüm noktasının Tarkan ile tanışmak olduğunu vurgulayan Ozan Çolakoğlu’yla müzik kariyeri, pop müzik dünyasının gelişimi, sektörün zorlukları ve müziğe ilgi duyan gençlere verdiği tavsiyeler ile ilgili konuştuk.
Kimler size “Ozinga” diye sesleniyor?
Ortaokul yıllarında müziğe beraber başladığım bir arkadaşım bana “Ozinga da Ozinga” diye bir lakap takmıştı, sonra onu kısaltıp “Ozinga” demeye başladı. Ben de bu lakabı çok sevdim ve yaptığım remixlerde kullanmaya başladım. İsmimin dışında bir remix yaptığımda kullandığım bir ad oldu. Ayrıca, bana Ozinga diyen arkadaşlarım da var.
Müziğe yeteneğiniz ve ilginiz küçük yaşlarınızda mı başladı?
Müziğe merakım olduğunu çok küçük yaşlarda ailem fark etti. Televizyon izlerken tencere tavayla eşlik ediyordum. Sonra annemin getirdiği bir hediye orgla ufak ufak müziğe başladım. Ailem yeteneğim olduğunu gördükten sonra beni hep destekledi. Belli bir döneme kadar evde; klavye, davul çalarak; okulda ise rock grupları kurarak ve Milliyet’in müzik yarışmalarına katılarak devam ettim. Lise bittikten sonra Melih Kibar’ın stüdyosunda bir müzik yarışması hazırlığı için gitmiştik. Stüdyo ortamı çok hoşuma gitti ve kendimi geliştirebileceğim bir ortam olarak gördüm. Hem eğlenceli hem de eğiticiydi. Gündüzleri stüdyonun gerekli işlerini yapmaya başladım. İşler bitince sabaha kadar kendi şarkılarımı yaptım ve işi öğrendim.
Aranjör olarak kariyerinizin doruklarındayken
Berklee Üniversitesi’nde eğitim almak için Amerika’ya gittiniz. Karar vermek zor olmadı mı?O dönem Tarkan’la tanışmama denk geliyor. Beraber Tarkan’ın ilk albümü olan “Yine Sensiz” albümünü yaptık. Bu albüm, tek başıma aranjörlük yaptığım ilk albümdü ve o dönem Türk pop müziğinin canlandığı zamanlara denk geliyor. Özel radyoların art arda kurulduğu, televizyonlarda her gün yeni yüzler görmeye başladığımız zamanlardı. Birçok sanatçı çıktı ve doğal olarak çok talep gördüm. Uzun bir süre o şekilde devam ettim ama bir yandan da küçüklüğümden beri enstrümantal çalışmalar yapıyordum. Yani film müziği yapmayı, eğitimini almayı çok istiyordum. 1996 senesinde her şeyi bıraktım ve dört sene Amerika’ya gittim.
Gözünüzü karartınız…
Gözü karalıktı çünkü asıl hedefim oydu. Yani aranjör olacağım gibi bir hedefim yoktu. İdealim, film müziği yapmaktı. Gerçekten de çok iyi geldi. Eğitim dışında da dünyanın farklı kültürlerinden insanların olduğu bir okulda, farklı bir şehirde, bambaşka bir dünyada olmak, onu gözlemlemek ve yaşamak bile insanı çok geliştiriyor. Paramı da bu işten kazandığım için burayla bağlantımı koparmadan orada eğitime devam ettim. Yazları buraya gelip çalışmalar yapıyor ya da orada yapıp buraya gönderiyordum.
Çocukluk hayallerinizle şimdi bulunduğunuz yer örtüşüyor mu?
Tamamıyla örtüşüyor çünkü hep hayal ettiğim şey müzikti, o da gerçekleşti. Elbette yapmak istediğim başa müzikler de var. Çalıştığım piyasadan dolayı bazı kısıtlamalar, sınırlamalar var ama yine de müziği çok severek yapıyorum. Hala amatör ruhumu koruyorum ve kendim için yapıyorum, bunun sayesinde geçimimi de sağlıyorum.
Kariyerinizin dönüm noktası neydi?
Tabii ki Tarkan’la tanışmak ve onunla albüm yapmak. Tarkan gibi biriyle bu işe başlamak çok büyük bir artı oldu benim için çünkü hızla yükselen bir yıldız oldu. Müzikal olarak Tarkan’ın “Acayipsin” adlı ikinci albümünde yaptığım prodüksiyon dönüm noktam oldu.
Müzik size ne ifade ediyor?
Müzik, benim için hayat, nefes almak gibi… Çok kötü olduğum zamanlarda da kendimi müziğe veriyor, her şeyi unutup, konsantre oluyorum. Bir nevi meditasyon diyebiliriz. Tabii ticari bir iş yapıyoruz ama müziğin başına hiçbir zaman ticari bir iş gibi oturmadım. Hep kendimi mutlu etmek, geliştirmek, daha iyisini yapmak ve bir önceki yaptığımda eksik olanı bulmak için uğraştım. Benim için bir evlilik gibi müzik. Hep öncekine bakıp “Burada bu hataları yapmışım, bir sonrakinde daha iyi ne yapabilirim” dedim. Hep bir öncekini beğenmeyerek kendimi geliştirmeye çalıştım.
1992’de ilk aranjörlüğünüzden bu yana Türk müzik endüstrisinde neler değişti?
Teknolojinin gelişmesiyle beraber sesi çok iyi olmayanlar çok fazla para harcamadan albüm yapabilir hale geldi. Büyük stüdyolara gerek kalmadı artık, bence bu da biraz ses kirliliği, müzik kirliliği ve tembellik yaptı. Çok az sanatçı ve aranjör gerçekten hakkını vererek bir şeyler yapmaya, bir noktaya getirmeye çalışıyor ama büyük bir kısmı çok hazırcı, tembel ve alışmış kalıpların dışına çok çıkmayan, risk almadan müzikler yapıyor. Bu açıdan çok parlak değil ama rock ve alternatif müzik piyasasını çok daha iyi bir noktada görüyorum.
Türkiye’de müzik üretimini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Böyle bir ülkede müziğin hobi olarak kalması daha doğru çünkü belli kalıpların dışında müzik yaptığınız zaman hayat çok zor. Bir sanatçının grubuna girip çalmak gibi para kazanabileceğiniz yerler belli ve onlarda gerçekten çok mutlu edecek şeyler değil, imkanlar çok iyi değil. Pop dalında yeni albüm yapan gençlerle de konuştuğum zaman, çok ciddi düşünmelerini tavsiye ediyorum çünkü çok tehlikeli ve riskli. Oturmuş bazı isimler var, o isimlerden yukarıda bir şeyler yapabilmek ve yer edinebilmek artık çok zor. Ben bir iki sene önce Beyrut’a gittim. Orada çalan müzikler Türkiye’dekilerle aynı. Arap pop müziğinden farkımız yok. Onun dışına bir türlü çıkılamıyor. Alternatifler çok az olduğu için halkın kulağı da alışmıyor ve direkt reddediliyor, kaybolup gidiyor.
Müzik okulu projesinden bahseder misiniz?
Fatih Belediyesi’nin çok güzel bir projesi. Okullarda çocuklara müzik eğitimi verilerek öğrendiklerini sunabilecekleri konserler düzenlenecek. Türkiye adına çok büyük bir gelişim çünkü Türkiye’de müzik dersi dediğiniz zaman okulda akla flüt gelir ve onu da zaten kimse çalmaz. Okullarda imkan verilse belki çok güzel yetenekler çıkacak ama imkanı olamayacak çocuklar var. Onlara bu imkanın veriliyor olması çok güzel çünkü gerçekten nereden ne çıkacağını bilmiyorsunuz.
Müzik dışında neler yaparsınız?
Uzun süre önce kayak yapıyordum ama ara vermiştim şimdi tekrar başladım. Tenis oynuyorum, yürüyüşü seviyorum. Onun dışında yabancı dizileri çok seyrediyorum. Fragmanları araştırırım hoşuma giderse izlerim. Evde kendi başıma müzik dinlemek istediğim zaman klasik müzik, film müzikleri ve sevdiğim rock gruplarını dinlerim.
Yorum yapmak ister misin?