Müziği ‘‘benim için ölüm kalım meselesi’’ diyecek kadar önemli bir yere koyan Aydilge müziğin nefes alma sebebi olduğunu söylüyor. Sahneyi de enerji depoladığı alan olarak tanımlayan sanatçı, iyiliğin bütün sorunları çözeceğine olan inancını kaybetmediğini ise keyifle anlatıyor…
Aydilge’yle tanışır tanışmaz enerjisi ve heyecanıyla karşı karşıya buluyorsunuz kendinizi. Sadece renkli dış görünüşü değil bu enerjisini veren, kariyer hikayesini anlatırken yaşadığı duyguları ifade etme biçimi, müziğe karşı olan aşkının hiç azalmayan gücü de aynı zamanda… Daha çocukken tanıştığı TRT Çocuk Korusu’nun ardından kitap yazan, dergi editörlüğü ve radyo DJ’liği yapan Aydilge, hepsini bir arada yürütmeyi başarabilmiş ve her zaman ulaşmak istediği geniş kitlelerle bu sayede buluşmuş bir isim. TRT’de aldığı eğitimle hem disiplinli hem de çocuk yanını koruyabilen sanatçının müzikle olan bağını anlattığı en önemli kelime ise “Yankılanmak…” En başından itibaren kendi bestelerini yapan ve son olarak Kiralık Aşk, Kiraz Mevsimi gibi dizi müzikleriyle dinleyici kitlesini genişleten Aydilge ile Fenerbahçe Parkı’nın renkli ve canlı ortamında buluştuk. Onun başarılı kariyer hikayesini kendi ağzından dinledik.
TRT Çocuk Korosu’yla küçük yaşta müzikle tanışıyorsunuz ancak bunun yanında edebiyatla da ilgileniyorsunuz. Kendinizi ve kariyerinizi anlatmak istesiniz nereden başlarsınız?
Müziğe hiç kariyer olarak bakamadım, çünkü yedi yaşında girdiğim sınavların ardından kendimi radyo sanatçısı olarak buldum. Daha doğrusu kariyer olarak bakmama gerek kalmadan meslek olarak yakamıza kartı taktılar. O kartı yakanıza takıyorlar ki o sorumluluğu ve disiplini alın. Biz de inanılmaz bir disiplinle ve eğitimle yetiştik. Bir dakika geç kalınca kapı kilitlenirdi örneğin. Üstelik Türk musikisi çocuklar için ilk defa deneniyordu. Çocuğun musikiyi algılaması neredeyse imkansızken mimiklerinle bile o ruha giriyorsun.. Böylece çok garip bir şey oldu, içimin bir tarafı inanılmaz çocuk kaldı bir tarafı da her zaman çok olgun ve disiplinli oldu. Çünkü hep bir tarafımda o disiplini kırmak, bana dayatılanları kurcalamak, kendi değerlerimi oluşturmak gelişti. Bu iki Aydilge beni çok mutlu ediyor. Bununla birlikte edebiyat beni hep beslerdi. Bir yandan öykülerimi yazıyordum ve dergilere yolluyordum. O sırada bir yayınevi öykülerimi keşfetti ve basmak istedi. İşte bu aşamada teşvik edilmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Yedi yaşında çocuk korosuna gönderilmek de teşviğin bir parçası aslında. Aileniz sizde bir ışıltı mı gördü yoksa bir müzisyen geleneği var mı?
Ailem tamamen doktorlar, avukatlardan ya da mühendislerden oluşuyor. Ama ben hiç susmadan şarkı söyleyen bir çocuk olduğum için onlar da kalbimin müziğin içinde attığını gördüler. Coşku o kadar belli ki çocukta çünkü. Annem ve babam da çok güzel insanlar, hayallerini benim üzerinden yaşamak gibi bir düşünceleri hiç olmadı. Benim hayallerimi yaşayabilmem için çok yardımcı oldular. Koroya girince inanılmaz bir haz patlaması yaşadım tabii. Stüdyoya giriyoruz, kayıtlar için İstanbul’a gidiyoruz, albümlerimiz çıkıyor, televizyon programları çekiliyor… İşte o zamandan itibaren beni yaşatacak şeyin müzik olduğunu biliyordum. İnanılmaz çalışıyorduk ve hocamızın en ufak bir kusura tahammülü yoktu.
Öyle bir disiplinle yetişmek zor olmadı mı?
O zorlamanın çok iyi bir şey olduğunu şimdi fark ediyorum. Sınırları gerçekten zorlamak gerekiyor. Hep “idare eder, fena değil” gibi kavramlara alıştık. Ortalamalarla idare eder haldeyiz. Bence müzik inanılmaz ciddiyet isteyen, çok değerli bir varlık. Bu nedenle de “Tamam ya, oldu bu” kabul edebileceğim bir şey değil. Yoksa müzik beni terk eder gibi geliyor. Müzik benim içimden akmayı seçmiş çok mucizevi bir şey. Ona nankörlük ettiğim anda bırakıp gidecekmiş gibi geliyor. Bırakıp gittiğini gördüğümüz insanlar da oluyor. Çok büyük heyecanla başlayan sanatçıların çok ticari işler yaptıktan sonra büyüsünün kaybolduğunu görüyoruz.
18 yaşında bir taraftan kitabınız yayınlandı, o sırada edebiyatın üzerine yoğunlaşmayı düşündünüz mü? O süreçten sonra hayatınızı nasıl yönlendirdiniz?
Edebiyat fakültesine Amerikan kültürü ve edebiyatı bölümüne girdim, müzik okumak istemiyordum. Yeteri kadar o eğitimi aldığımı ve daha fazla kalıpsal bir eğitim almak istemediğimi biliyordum. Amerikan kültürü ve edebiyatı, dünya edebiyatını öğrendiğiniz, çok kültürlü bir bölüm. Başkent Üniversitesi’nde okuduğum sırada da edebiyatla haşır neşirliğim sürekli devam etti. Ama hayatımdaki en büyük seçim şöyle oldu; hem bölüm hem üniversite birincisi olduğum için ABD’de çok iyi bir burs kazandım. Ancak burs edebiyat profesörü olma yolunda ilerleyen yüksek lisans hakkı veriyordu. Yani yolu edebiyat üzerine gidecek bir akademik kariyerdi. Orada müzik yapamayacağımı düşündüm. İstanbul’da daha rahat müzik yapabileceğimi biliyordum. Amerika’ya gitmeyeceğimi söylediğim anda herkes bana tepki gösterdi. Orada da müzik yapardım ama insanlara kendimi ulaştırabilmem mümkün değildi. Benim için müziğimi yaparım, az insan dinler gibi bir şey söz konusu değil. Ben yankılanmak istiyorum, paylaşmak istiyorum. İnsanlarla beraber hemhâl olmak istiyorum. Bundan kastım kendimden ödün vererek çok fazla insana ulaşmak değil, kendimden ödün vermeden çok insana ulaşabilirsem mutlu olurum. Amerika’ya gidip otantik bir müzik yapıp, “Ay ne nağmeli kız!” desinler istemedim.
İstanbul’da neler yaşadınız?
Deli gibi geldim İstanbul’a, bırakın müzik piyasasını burada arkadaşım yoktu. Çok sıkılıyordum tabii ve ilk romanımı yazmaya başladım. Üniversitedeyken üzerinde çalıştığımız cinsiyet çalışmaları dersimizde kadın bedeni üzerine oynanan oyunlar, kadın şiddeti okumuştuk ve Bulimia Sokağı kitabını bununla ilgili yazdım. Sonra onu çok bilinen bir yayınevine göndermeye karar verdim. Herkes torpil döndüğünü söylüyordu, ben de bir şansımı denemek istedim. Remiz Kitabevi’ni listeden seçtim ve gönderdim. Kapıya gittim, romanımı bırakmak istedim. Kapıdaki kadın beni editörle görüştürmedi “Oraya bırakın” dedi. Dosyayı bıraktığım yerde o kadar fazla başka dosya vardı ki okunmasına hiç olanak vermedim doğrusu. Sonra aradan bir ay geçti, bir gün telefon çaldı ve kitabı yayınlamak istediklerini söylediler. Kısacası gerçekten okuyormuş adamlar.
Müzik piyasasında neler yaşadınız?
O kadar çok şarkılarım çalınmaya uğraşıldı, albümü çıkaracağız ama “Şu besteleri bedava ver” diyenler oldu ki. Albümü yapıyoruz deyip, oyalayanlar oldu. Ama her zaman çok inandım. Belki çok inandığım için oldu. Geçinebilmek için bir müzik dergisinde editörlük yapmaya başladım. Demo albümü tamamlıyordum bir taraftan. Hakan Kurşun’a röportaja gitmiştim, adamın stüdyosunda gitarını çalmaya başladım. Çok acayip bir sesim olduğunu söyledi önce, ilk önce iyi bir şey mi söylüyor bilemedim tabii. Sonra ona şarkı söyledim. Öyle de röportaj bitti ama aradan altı ay geçti. Sonra bir gün telefon çaldı yine. Sabah 09.30’da iş yerime gidiyordum. “Albüm yapmaya çalışıyor musun hâlâ, ben yapacağım albümünü. EMI Türkiye’nin Genel Müdürü oldum” dedi. Tam bir klip gibiydi, o an İstiklal Caddesi üstüme aktı. Bütün dünya dönüyordu ve ben duruyordum sanki. Benim için dönüm noktası oydu.
O zamandan bugüne geçen dokuz yılda sizin için neler değişti?
Heyecan anlamında hiçbir şey değişmedi, ben hâlâ müzik için ölüyorum. Kalbim müzik için inanılmaz atıyor. Benim için, ölüm kalım meselesi. Hiçbir zaman para kazanma, popülerlik gibi kavramlar içinde olmadı. Benim nefes alma sebebim müzik, yaşamda kalmamı sağlayan şey. Sahne ise benim bütün enerjiyi depoladığım yer. Çok hassas bir insan olmama rağmen hep çok pozitif olduğum söyleniyor. Çünkü ben sahnede mutluluğu depoluyorum. Mutlu olmayı tercih ediyorum, hüzünden beslenmiyorum. İyiliğe inanmak lazım, öbürü çok kolay çünkü. Bunu bilinçli olarak yapıyorum.
Popülerlik, ün, ego gibi kavramları hayatınızın içerisine nasıl sokuyorsunuz?
O kadar umrumda değil ki. Benim tek umrumda olan şey müziğimi insanların hissetmesi. Yankılanmak dediğim şey, bu işte. İnsan ses istiyor. Hepimiz anlaşılmak duyulmak istiyoruz. Ben bir şey yaptığım zaman istiyorum ki ruhlarda çınlasın. Bana başkasının sıkıntısını dillendirebilme şansı verilmiş. Sadece kendimi anlatmıyorum, başkalarının da sıkıntısını emip onu yansıtabiliyorum. Bu çok büyük bir sorumluluk ve ağırlık aslında. Olabildiğince çok insana ulaşıp onlara yalnız olmadıklarını hissettirebilmek istiyorum. Açıkçası, müziğin dünyayı iyileştirebileceğine inanan aptal bir romantiğim hâlâ ve bundan dolayı da çok mutluyum.
Düşünün ki bir beyaz yakalı çalışansınız, nasıl bir yönetici olurdunuz?
Aslında ben disiplinliyim, o TRT’den gelme duruş devam ediyor. Mesela orkestram geç kalamaz, bana değil ama müziğe karşı bir saygısızlık, umursamazlık yapamaz. Sahnede hatalı çalmak ya da sahneye içkili çıkmak gibi durumları kabul edemem. Bu nedenle biraz disiplinli bir beyaz yakalı olurum. Tamamen katı kurallar gibi değil de yaptığın işi sevmekle ilgili bu. O heyecanı görmediğim zaman çalışamam. İş gibi görmemelerini istiyorum. İşinden mutlu olması gerekiyor insanın. Elbette para çok önemli ama bir şekilde ürettikleri şeyden haz almaları gerekiyor. Manevi tatmin yaşamaları gerekiyor.
Yorum yapmak ister misin?