Toprağa ve berekete adanmış bir ömür: Hayrettin Karaca

Karaca’yla TEMA Vakfı’ndaki sohbetimize, Türkiye’nin çevre sorunlarının ne boyutta olduğunu sorarak başlıyoruz. Anlatırken “heyecanı soğumasın diye” su bile içmeyen Karaca, doğayı böylesine insafsızca, anlamsızca katleden insana çok kızgın ama bir yandan da en büyük umudu yine insana besliyor. “Ben kurtaracağım çevreyi” derken, kendini kastetmediği çok açık. O artık doğayla, insanlarla, ağaçlarla “bir” olmuş. Ağzından dökülen sözcüklerle ve bakışlarıyla dağıttığı bilgelik, bir meşenin güzel gölgesi gibi etrafındaki herkesi etkisi altına alıyor.

TEMA Vakfı’nın çalışmaları sonucunda Türkiye’nin erozyon sorununda ne gibi ilerlemeler kaydedildi?

TEMA Vakfı’nın çalışmalarının en önemli sonucu, Türkiye’deki çevre bilincinin artması oldu. TEMA kurulduktan sonra çevre bilincinin yüzde 50 artmış olduğunu biliyoruz. Bunun dışında ne söyleyeyim bilmiyorum. Damarıma bastınız şimdi, konuşturacaksınız beni. Ama konuşmaktan başka yolu yok bunun. Bir kere kültürel istila altındayız biz, dilimizi kaybettik. Bugün küçük köylerde bile süpermarketler var. Niye adını böyle koydunuz diyorum. “Ne bilelim, herkes öyle yapıyor, biz de yapıyoruz diyorlar.” Artık çevre mücadelesinde Türkiye’nin tek başına hareket etme gibi bir şansı yok. Türkiye’nin sorunu sadece erozyon değil, bir de global ısınma diye bir bela var tüm ülkelerin başında. O yüzden Türkiye tek başına ne kadar çabalarsa çabalasın, bir faydası olmayacak. Uluslararası önlemler almak gerekiyor.

Neden son elli yıldır hızla artıyor doğanın tahrip edilmesi?

Bugün insanların yarısının karnı aç, yarısının gözü aç. Hangisini önce doyuracaksınız? Karnı aç olanı doyurabilirsiniz ama gözü aç olan doymuyor. Aşırı tüketim toplumu dediğimiz şey bir canavar. Ve bu canavardan çıkar sağlayanlar, vicdan ve sağduyu sahibi insanların hiçbir çabasına kulak vermemekte ısrar ediyor. Ve hiç uğruna, boş menfaatler uğruna! Peki bu canavarla kim baş edecek? Ben, yani insan mücadele edecek yine bunla. Başa geçirdiğimiz o insanlara meramımızı anlatıncaya kadar mücadele etmeyi sürdüreceğiz, bunun başka bir yolu yok. Dünya ürün ve hizmetleri, insanların ve gezegenin geleceği için tehdit oluşturacak oranda sürdürülemez bir hızda tüketiliyor. Dünya genelinde ortalama 1,7 milyar kişi – ki bunlar toplam nüfusun dertte biri kadardır, tüketici sınıfına mensup, Bunlar, eskiden yalnızca Avrupa Kuzey Amerika ve Japonya gibi zengin ulusların uyguladığı beslenme biçimlerini, taşımacılık sistemlerini ve yaşam biçimlerini benimsemiş durumda. Worldwatch Institute Başkanı Christopher Flavin, “Yeni bir yüzyıla girdik ve bu beklenmeyen tüketim arzusu hepimizin bağımlı olduğu doğal sistemlere zarar veriyor ve fakirlerin temel ihtiyaçlarının karşılanmasını zorlaştırıyor” diyor. Yüksek seviyede obezite ve kişisel borç, kronik zaman yetersizliği ve tahrip olmuş bir çevre hep aslında birçok insanın yaşam kalitesinin düşmesine neden olan aşırı tüketimin göstergeleri. Şimdi hedefimiz hükümetleri, iş dünyasını ve bireyleri aşırı tüketim yerine herkes için daha iyi bir yaşam için yolar bulmak konusunda harekete geçirmek.

Peki ne yapmak gerekiyor doğanın dengesini yeniden bulması için?

Yeni bir yaşam ahlakına, yeni bir tüketim ahlakına kavuşmadıktan sonra hiçbir şansımız yok. Bana hiçbir şey ihtiyacımdan fazlasını tükettirmemeli. Örneğin ülkemizde bu sene 700 milyon dolar silaha, altı milyon dolar eğitime harcandı. İnsan, hayvan öldürecek aletlere dünyanın parasını veriyor insanlar. Bu vahşeti üretip ondan çıkar sağlayanlar da karşımıza geçip İnsan Hakları’ndan bahseden medeni ülkeler! Doğada insanlar, bitkiler ve hayvanlar hep birlikte yaşıyor. İnsan bunlara bağımlı. Ben bu dünyayı onlarla paylaşıyorum, benim ortağım onlar. Kuşu, böceği, ağacı, otu… Bunların hepsinin bir işlevi var hayatımızda. Dünyadan insanı alın, hiçbir şey değişmez, hatta güllük gülistanlık olur etraf. Ama doğa sağlıklı olmazsa insan yaşayamaz, yok olur. Ama katlediliyor doğa. Bu nasıl bir vicdansızlık? Bir gün sonrasını düşünmüyor açgözlü insanlar. İnsanlar birbirine hayvan isimleriyle hakaret eder. O hayvanların günahı ne? Hiçbiri ihtiyacından fazlasını tüketmez. Ama doğaya şu yapılanlara bakacak olursak, “insan” kelimesinin hakaret olarak kullanılması gerekiyor.

Çocukken de meraklı mıydınız doğaya?

Rahmetli anacım derki di, “Sen daha yeni yürümüştün, eline bir yaprak alıp bana getirmiştin çiçek diye.” İşte o günden beri hep o yaprakların peşinden gidiyorum. Küçük yaşta da bayılırdım köyleri dolaşmaya, onlarla birlikte mısır kırmaya, tarlada bahçede çalışmaya… Yayık ayranı yapardım, bağ bozardım. Köylerde gezerdim. Daha sekiz on yaşında “ben yapayım ben yapayım” diye her şeyi yapmaya gayret ederdim. Ben köyde doğmadım, ailem de tarımla uğraşmazdı, sanayiciydi. Babamdan izin isterdik köye gitmek için. Pazarlar kurulurdu, sen orada çorap satardım. Ama mükafatım da vardı. İş bitiminde köfte ekmek verirlerdi bana, bol soğanlı. Bayılırdım onu yemeye. İşte böyle çocukluğumdan beri bir şey yapmadan duramam ben.

Gençken edebiyatçı olmak istediğinizi okumuştum…

Lise son sınıfa yaklaştığım vakit, yüksekokul olarak tarih ve edebiyatı seçmek istiyordum. Üç bin tane mâniyi bir sandıkta toplamıştım, aşıklarla bayağı atışırdım köylerde. Karacaoğlan’ın neredeyse bütün şiirlerini ezberlemiştim. Divan edebiyatında da bilhassa Nedim ile aram çok iyiydi. Ama bizim zamanımızda ana-babanın dediği, bir kuraldı. Babam beni Amerika’ya yolladı üniversite eğitimi almam için. Ama ben orada evlendim, üniversite okumadan Türkiye’ye geri döndüm ve hemen iş hayatına atıldım. Sanayici, esnaf oldum. Ama içimde edebiyatçı olma hevesi hep vardı.

Karaca Triko’yu nasıl büyütüp bir dünya markası haline getirdiniz?

Babamın Bandırma’da kurduğu, çorapçılıkla başlamış bir imalathaneydi Karaca. Ben orada altı yedi yaşımdan itibaren çalışmaya başladım, göre göre öğrendim. O zaman ustaydı babam, öyle patron denmezdi. İşçilerle hep birlikte yer sofrasında yemek yenirdi. Çıkrıklar vardı, ipliğin sarıldığı, ben onların başında durmaya heveslenmiştim “ben de yapacağım” diye. Bir gün babam izin verdi, birinin başına geçtim ve makaraları o kadar güzel sardım ki, işçiler örnek aldılar. Babam haftalık vermeye başladı bana o zaman. Haftada 12 kuruş. O zaman da ne büyük paraydı, harca harca bitmezdi. Parayı aldığım gibi doğru dondurmacıya koşardım. Sonra dondurma yiye yiye hastalanacağımdan korkan babaannem, haftalığımı alıp her gün taksit taksit bana vermeye başladı. O günden bu güne dondurmayı hala çok severim, başına oturdum mu en az bir kilo yerim. Rahmetli babaannem de çalışırdı imalathanede, onun da emekleri büyüktür Karaca üzerinde. Sonra İstanbul’da bir şube açtık ve Karaca’yı bugüne kadar getirdik. Karaca 1961’de Türkiye’nin ilk trikosunu ihraç ederek Türkiye’de ilk ihracat yapan firma olmuştur.

TEMA’nın kuruluşu ve Karaca Arboretum’u nasıl anlatırsınız?

80’lere kadar Karaca’lı kalkındırmak için uğraştım. Sonra bütün işi gücü rahmetli büyük oğluma yıkıp, kaçtım gittim. Kendimi dağlara, çayırlara attım. Bir yandan botanik konusunda kendimi eğitmeye, bir yandan da Türkiye’yi dolaşmaya başladım. Ağaçların fotoğraflarını çektim, örnekler topladım. Yalova’da bir meyve bahçemiz vardı. Yavaş yavaş o bahçeyi genişlettim, bir de ev yaptım. Karaca Arboretum’un temeli böyle oluştu. Şu anda elimde, bitkiler konusunda hiçbir yerde olmayan eserler var. Bunların bir kısmı Yalova’da bir kısmı da burada vakıfta bulunuyor. Sonra TEMA’yı kurduk ve o gün bu gündür erozyon felaketini insanlara anlatıyorum.

Son olarak vermek istediğiniz bir mesaj var mı?

Artık benim yapacaklarım bu kadar. Sıra sizde.

**İçeriklerimizle ilgili görüş ve önerilerinizi editor@kariyer.net adresinden bize iletebilirsiniz.