Türkiye’deki mizah trendini yönlendiren kişi ‘Gani Müjde’

Gani Müjde’nin 20 yıla sığdırdıklarına şaşmamak elde değil. Gırgır dergisinden Arabesk filmine, Cem Özer’in Türkiye’deki ilk talk show’undan İnce İnce Yasemince’ye… İçinde mizah sözcüğü geçebilecek neredeyse her çalışmada imzası var Gani Müjde’nin. Kendisinin imzasının olmadığı zaman bile baktığınızda yine onunla çalışmış, mizah dünyasına onunla adım atmış insanları görüyorsunuz. Kendisi de dünyanın sayılı markalaşabilmiş mizahçıları arasında olduğunu kabul ediyor.

Mizah ve kariyer pek yan yana gelecek sözcükler değil ama siz bunu başarmışsınız…

Mizah kariyer taşıyacak bir şey değil aslında ama dünyaya baktığınızda marka olmuş mizahçılar olduğunu görürsünüz. Bence kariyer, orta yetenekteki bir insanın çalışarak, çabalayarak elde edebileceği bir şey. Oysa ki mizah böyle değil, çalışmakla bir ilgisi yok. Futbolcunun bir kariyeri olmaz bana göre örneğin. En fazla antrenörün kariyeri olabilir. Ben yıllardır bu işi yapıyorum, hala bir kariyer sahibi olduğumu söyleyemem. Deneyim sahibi olduğumu söyleyebiliriz belki. O yüzden de mizahta markalaşmanın faydalarını gördüğümü söyleyebilirim.

Çok işte imzanız var…

Hepsi tesadüf… Polonyalı yönetmen Kieslowski der ki; hayat tesadüfleri değerlendirme sanatıdır. Ben de böyle düşünüyorum. Herkesin karşısına yaşamını değiştirecek fırsatlar çıkar. Sadece bazıları değerlendirir, bazıları değerlendiremez.

Üst üste hep doğru mu değerlendirdiniz fırsatları? Bu tesadüf olabilir mi?

Burnum iyi koku alıyor. Bir de açıkçası zekama güveniyorum tabii. Zekam bana nerede doğru, nerede yanlış yaptığımı söylüyor. Bir de ben iyi niyetleyim. Bence en önemli özelliğim de bu. Bu işlerde biraz kötü niyetli, nemrut, nobran olmak gerekiyor belki. Çünkü seçici olmak zorundasınız. Güler yüzle hayır demek çok zor bir şey. Ama ben bunu da sonunda başardığıma inanıyorum. Kendi kendime dedim ki; fazla paraya ihtiyacım olmayacak, kendi düzenimi sessiz sedasız oluşturacağım. Sonra da seçici olacağım. Para yüzünden hiçbir işin içinde olmaya mecbur kalmayacağım. Son 15 yıldır da bunu yapabiliyorum. Dolayısıyla bu bana kötü projeler içinde yer almama özgürlüğünü getiriyor. Paraya ihtiyacım var, evimin taksiti var diye istemeye istemeye hiçbir işe devam etmem. Bir işin kötüye gittiğini anlarsam hiç ısrar etmem, hemen çekilirim. Tabii gün olur ben de seçemeyebilirim ama bu lüksüm beni biraz daha farklı kıldı, özgür kıldı ve mizahta markalaşmamı sağladı. Kötüde ısrar etmiyorum, hemen geri dönüyorum.

Tükenmez Kalem Yazı Grubu ne zaman oluştu?

Tükenmez Kalem aslında ihtiyaçtan oluştu. Bu dizi dünyasında baktım; hiç kimse tek başına senaryo yazmıyordu. Herkesin etrafında dostları, arkadaşları, bir ekipleri vardı. Ama buna rağmen senaryolarda tek kişinin ismini görüyordunuz; sanki tek tabanca yapılan bir işmiş gibi. Ben bunu kırmak istedim. Birçok insanla birlikte çalışıp altına sadece kendi imzamı atmak bana çok garip geliyordu. Ben de Tükenmez Kalem diye bir yazı grubu kurayım, herkes kendini buraya ait hissetsin istedim. Böylelikle ben de kendimi ait hissedecektim. Ama maalesef bu tutmadı Türkiye’de. İnsanlar mutlaka isimlerini görmek istiyorlar. Bir gruba ait olmak yetmiyor. Ortada dini bir şey yoksa isimlerini yok ederek bir gruplaşma içine girmek istemiyorlar. Ben de oluşumu ikiye böldüm, Tükenmez Kalem hala duruyor, onu prodüksiyon şirketi yaptım ama çok fazla işlerlik kazandırmadım. Kendimi senaryo editörü ve yapımcı olarak, onları da yazarlar olarak konumlandırdım.

Hiç kendinizi işadamı olarak gördünüz mü?

Bir aralar görmüştüm ama artık değil. Özellikle yapımla uğraşırken ister istemez işadamı gibi davranmak zorundasınız. Çünkü bir bütçe hazırlıyorsunuz, o bütçeye göre insanlara para dağıtıyorsunuz, vergi veriyorsunuz… Ama para bizi bozuyor. Para kazanmak değil de parayı kullanmak bozuyor. O yüzden yapımcılıktan vazgeçtim. Şöyle örnek vereyim: Ben bir yazar olarak Eyfel Kulesi’nde geçen bir hikaye yazabilirim. Eyfel Kulesi’ne bir uçak çarpar ve iki Türk mahsur kalanları kurtarır… Diyelim ki böyle bir şey. Ben yazar olarak bunu yazarım ama yapımcı olarak vazgeçerim çünkü çok pahalı. Dolayısıyla da kendimi kısıtlamamak için yapımcılıktan vazgeçtim ve yazarlığa geri döndüm. Kafam rahat, kendime yatırım yapma şansım daha fazla. İşadamı kimliğini bir süre taşıdım ve daha sonra bilinçli olarak vazgeçtim.

Türkiye’nin neredeyse tüm mizah yazarları bir dönem sizle çalışmış…

Ben bunu daha çok kreatif grup başkanlığı olarak adlandırıyorum. Bu yapı içinde insanları yönetiyorum tabii ki ama para yönetmiyorum. Benim rolüm çok daha farklı. Daha önce eline kalem almamış ama yetenekli insanları buluyorum. Sonra onlar birer isim olarak benim karşıma çıkıyor. Bu çok güzel bir şey. Kenan Ergen, Birol Güven, Fatih Solmaz… Daha çok insan sayabilirim. Mizah dergileri için daha bile fazla isim sayabilirim. Selçuk Erdem’den Mehmet Çağçağ’a kadar… Oğuz Aral’dan sonra Türkiye’nin mizah altyapısını oluşturdum diyebilirim. Sonra birkaç tane dergi batırınca dergicilikten vazgeçtim. Patron olmayı sevmedim o yapı içinde. Çalışan olmayı tercih ettim. Bir insanı, kötü yazıyor diye gruptan ayırabilirim, bu benim için çok kolay. Çünkü bizim işimizin torpile gelir bir yanı yok. Her şey ortada. Ama bir insanı ekonomik kriz yüzünden işten çıkarmak benim için çok zor. Birol Güven’le ortak olduğumuz dönemde ikimizin ayrı odaları vardı ve o odalardan büyük bir boşluğa çıkıyordunuz. Bir gün bir baktım o boşlukta neredeyse 50 – 60 kişi bekleşiyor. Birol’a sordum, ödeme günüymüş. O an düşündüm ki o insanların o ödemeyi alabilmeleri için benim gece gündüz çalışmam gerekiyor. Oysa ki bizi besleyen şeyler, arada verdiğimiz o esler, molalar, durma noktaları… O kadar insan evine ekmek götürecek diye ben ömrüm boyunca çalışmak zorunda mıyım? İşte o anda “olmaz!” dedim kendi kendime ve kısa süre içinde tüm işleri Birol’a devrederek kaçtım. Ben kimseye, “İşlerimiz bozuldu, buraya kadarmış” demek istemiyorum. Bugün en az 10 yıldır tanıdığım insanlarla birlikte çalışıyorum, onları çok büyük bir şey olmadıkça asla terk etmem. Ben burada işadamlarına acımasız demek istemiyorum ama içlerinde bulundukları koşullar onları acımasız davranmaya mecbur bırakabilir. Bizim işimiz gereği hümanist olmak zorundayız, bu yüzden bu iki iş bir arada yürümüyor. Yoksa çok iyi bir işadamı olabilirdim. Bugün nasıl Rahmi Koç’tan daha iyi kaptansam belki de ondan daha iyi bir işadamı da olabilirdim.

Neden iyi bir işadamı olabilirdiniz?

Mimar Sinan’da okurken hocam olan ünlü yönetmen Metin Erksan anlatmıştı bana: Bir gün Sabancı’yla birlikte oturuyorlarmış, “Sabancı, Sabancı!” demiş. “Sen dua et ki ben işadamı olmayı kafaya koymadım. Yoksa sen bugün piyasada yoktun.” Abartıyor… Ben de abartıyorum tabii ama gerçek payı da var bunda. Bizden iyi işadamı olur. Sadece insanları değil, piyasayı da çok iyi tanıyorum. Bugün Türk insanının sosyolojisini en iyi bilen 100 insandan biriyimdir. Çünkü televizyon işi yapıyoruz, insanlara direkt bir ürün sunuyoruz. Bu insanların topluma bakış açısı, anneye, babaya ya da çocuğa bakış açısını çok iyi bilmek zorundayım. Düşünürseniz; bunu iyi bilen bir insan pazarlamayı da çok iyi yapar, yeni bir ürün tasarlamayı da… Eşim dostum yatırım yapacakken bana danışıyor ve verdiğim fikirlerin doğru olduğunu görüyorum. Bu işe girilir veya girilmez dediğimde teşhislerim çoğu zaman doğru çıkıyor. Kendim çok yatırım yapmıyorum, o ayrı…Türkiye’nin nereye gidebileceğine dair hislerim var açıkçası ama rakamlara hakim değilim. Bütçe ne demek, konsolidasyon ne demek, onları okuyabilsem size Türkiye’nin 5 yıllık portresini çok rahat çıkarabilirim. İhracat ne zaman artacak, döviz ne zaman duracak bunları söyleyebilirim, bunu biliyorum. Ama uğraşmıyorum, uğraşmak da istemiyorum.

Sizin ilk adımı atma gibi bir özeliğiniz de var…

Evet, mesela kötü gideceğini anlayınca mizah dergilerinden ilk kaçanlardan biriyim. Herkesten önce bilgisayar kullanmaya başladım. Sadece büyük firmalar bilgisayar kullanırken ben kafamda bir işletmenin yararlanabileceği birçok sistem geliştirmiştim bile. Mesela şirketimi herkesten önce web tabanı üzerine oturttum. Bankalara gidip “Yok mu böyle bir hizmetiniz?” diye soruyordum, onlar da olmadığını söylüyordu.

Neden sinema eğitiminize rağmen sinemayla daha fazla ilgilenmediniz?

Sadece iki filmim var; birini yazdım, birini hem yazdım hem yönettim. Sinema çalışmalarımın az olmasının iki nedeni var: İlki, o alanda çok fazla gelecek görmemem. Yatırım olarak düşünürseniz Türk filmi kendi masrafını zar zor çıkarıyor. Amerika’da filmlere çok büyük paralar harcanıyor ama hinterland’ı çok geniş Ameriken sinemasının. Bir milyon veya iki milyon kişinin izlemiş olması onlar için hiçbir anlam ifade etmiyor çünkü çok daha büyük bir seyirci kitlesi hedefleniyor. Oysa ki Türkiye’de 1.5 milyon seyirci gelecek diye 4.5 milyon dolar para harcanıyor bir filme, bence bu mantıklı değil. O yüzden de ucuz proje, çok seyirci formülünün peşindeyim. Mesela şimdi Gora gösterime giriyor; mutlaka çok iyi iş yapacak ama buna rağmen çok az bir karla kapatacaklarını biliyorum. Aynı şey Vizontele’nin de başına geldi. Tam ödemelerin yapılacağı sırada dolar yükseldi ve az kaldı zarar edeceklerdi. Sistemin işleyişinden dolayı film piyasasına çok güvenim yok.

Yatırım değil de kendinizi ifade etme aracı olarak neden tercih etmediniz sinemayı?

Sinema evet, bir kendini ifade etme aracıdır ama pahalı bir araçtır. Yazıysa bir kağıt ve kalemle yapılabilecek bir şey. Ben sadece bu araçlarla kendimi ifade edebiliyorken kimseyi başka bir şeyle meşgul etmek istemem. Bugün bir sinema filminin maliyeti nereden baksanız 1.5 milyon dolar. Sinemayı sadece kendimi ifade etmek, halkla derdimi sıkıntılarımı paylaşmak için çok pahalı bir yöntem. Kimseyi de dertlerimle boğmak istemem. O yüzden yazıyı kullanıyorum ve çok emin olmadan bir sinema projesinin içine girmek istemiyorum. Parayı yatıran adama da yazık, oraya giden filmciye de yazık…. Sinema okulunda sadece ideallerden, sanattan bahsediyorsunuz ama gerçek çok farklı. Sinemanın ekonomik yönünü göz ardı eden bir insan hayatının en büyük hatasını yapıyor demektir. Bu yüzden ben kendimi ifade etmek için yazının, hikayelerin, kitapların yeterli olduğunu düşünüyorum. Ama “benim yazı yeteneğim yok, ben ne yapayım?” diyen biri varsa da o sinema yapsın. “Ağır ol da molla desinler” felsefesiyle hareket ediyorum şimdilik.

Mizah çoğu zaman içinde gizli bir dram da barındırır ama sizin yazılarınızda bu pek yok…

Evet, bende o dram yok. Ben hiçbir zaman yıkılmam. Hayat benim oyuncağım, ben hayatın oyuncağı değilim. Çok kısıtlı bir süreyi kullandığımı biliyorum ve bu kısıtlı süre içinde bu hayatı biraz daha iyi yaşamamız gerektiğini düşünüyorum. Üzülecek, kahrolacak çok da bir şey yok. Zaten hepimiz bir gün ölüp gideceğiz. Eğer çok derdin varsa Eyüp mezarlığına bir git, çıkarman gerekin dersi zaten çıkarırsın. Hayatın anlamsız ama bir o kadar da anlamlı olduğunu öğrenirsin. O yüzden depresif olduğumu anladığımda mutlaka bir eğlence bulup sıyırırım kendimi. Tabii ki benim de çok üzüldüğüm anlar oluyor ama hep şunu düşünürüm: Şu an bilinen uzayda, kötümser bir tahminle insan benzeri canlıların yaşama ihtimali bulunan 80 bin gezegen var. Bunlar sadece insan benzeri canlılar… Ben böyle bir ortamda kimseyi kendi sorunlarımla meşgul edemem. O yüzden hayata biraz daha pozitif bakmaya, o sert gerçekleri biraz daha yumuşatmaya çalışıyorum.

Medyanın son durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kara kalabalık beni çok korkutuyor. Televizyon yarışmalarında Bayhan’ın parladığı bir toplumun içinde yaşıyoruz. Ama bu sadece Türkiye’ye özgü bir şey değil, Avrupa’da da durum böyle. Bir süredir Yunanistan’daydım, biraz televizyon izleyeyim dedim, içim sıkıldı. Türk televizyonlarıyla aynı. Sürekli bir odanın içine kapatılmış insanların kavgalarını gösteren live-show’lar, klip kanalları, seks kanalları… Bunların mesajı şu: “Ye, iç yaşa, öl ve bunları çok çabuk yap. Hatta uyuşturucu falan da kullan, daha çabuk öl ki arkadan gelenlere yer açılsın…” Bizden sonraki kuşağa böyle bir zincir kurdular. Bu çok üzücü tabii ki.

90 kuşağı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ben 80 kuşağını yaşadım. Gerçekten de zor bir dönemdi, ben de acılar çektim. Ama 80 kuşağı öyle acınacak bir kuşak değil. Tıpkı 68 kuşağı gibi, onlar da sonradan çok başarılı oldular. Çünkü entelektüel bir kuşaktı, sağcısı da solcusu da öyleydi. 90 kuşağı olmaktansa acı çeken bir 80 kuşağı olmayı tercih ederim. Bugün Türkiye’nin dengelerini oluşturuyoruz. Bütün o sıkıntılara rağmen hala Türkiye’nin vicdanını oluşturuyoruz. Ben bu anlamda 80’li olmayı bir talihsizlik değil, tam tersi bir şans olarak görüyorum. Belki çok hayallerimiz yıkıldı, baskılar, haksızlıklar yaşadık ama hepimiz Çehov okuduk, Nazım’ın şiirlerini okuduk. Şimdi herkes farklı bir yola gitmiş olabilir ama sonunda hepsi başarılı oldu. Kimi sanatta başarılı oldu, kimi çok para kazandı ama hepsi bir şey olmayı başardılar. Ama şimdi sokaklara bakın, en büyük eğlencesi “Gelin Kaynana” programını izlemek olan birçok talihsiz insan dolaşıyor. Bu insanların daha sonra yönetici, toplumu yönlendirici insanlar olduğunu düşünemiyorum. Bunlardan yönetici olmaz, hiçbir şey olmaz. Olamazlar çünkü. Hayatında bir kitap okumamış bir insanı kimse yönetici yapmaz, işini emanet etmez. Tamam matematiği çok iyi biliyor olabilir ama iş dünyası sadece rakamlardan ibaret değil. Gittiğim okullarda edindiğim izlenim şu; gençler sanki okumaya, edebiyata ihtiyaçları yokmuş gibi davranıyor. Ama bu kuşağın içinde da az da olsa yine okuyan, çevresine sorumluluk duygusuyla bakan kişiler olduğunu görüyorum, bu bana ümit veriyor.

**İçeriklerimizle ilgili görüş ve önerilerinizi editor@kariyer.net adresinden bize iletebilirsiniz.