Müzisyen, şair ve ressam Can Bonomo, yazmak için belli vukuatlar yaşanması gerektiğini düşünmediğini söylüyor. “Eğer yazdıklarımın hepsi tamamen yaşadığım ve başımdan geçen katıksız duygular olsaydı Kemalettin Tuğcu karakteri gibi biri olurdum” diyen Bonomo, çok iyi empati kurabildiğini belirtiyor.
Baştan aşağı giyindiği siyahları, zincir kolyesi, dövmeleri ve nevi şahsına münhasır duruşuyla “cool” kavramının sözlükteki karşılığı denilebilir Can Bonomo için. Ekstra sarf ettiği hiçbir çabanın olmayışı da bu tezi destekleyen en can alıcı nokta aslında. Tam bir sanatçı üstüne üstlük; adını dünyaya duyuran bir müzisyen, her gün titizlikle yazan bir şair ve atölyesine kapanıp rengarenk resimler yapan bir ressam o… Küçük İskender’in editörlüğünü yaptığı ilk şiir kitabı “Delirmek Belirmektir”in ardından, karışık teknik çalışmaları içeren ilk kişisel sergisi “Anachronismus” ile resim de yapabildiğini gösteren Bonomo, “Hayatımın dönüm noktası resim sergim oldu çünkü kendimi tamamlanmış hissettim. Ben bu kadarım, başka sürpriz yok” diyor. Bir türlü normal bir mesleğinin olamadığını dile getiren sanatçı ile sergi alanında kendi deyimiyle kariyerinin en detaylı röportajlarından birini gerçekleştirdik.
Müzikle ilgilenmeye sekiz yaşında başlıyorsunuz. Bu dönemden bahseder misiniz biraz?
Çok uslu ve sakin bir çocukmuşum ben. Bir ara tenise merak sarmışım ve tenis oynamışım. Sonra ondan da sıkılmışım ve resim yapmaya başlamışım ama umduğum gibi becerememişim. Daha sonra komşumuz Zafer Abi’ye özenerek annemden gitar istemişim. Zafer Abi bana gitar çalmayı öğretti ve uzun yıllar çaldım. O zaman “Tamam bu sefer oldu” dedi ailem ama nihayetinde gitarist olamadım.
Bilgi Üniversitesi’nde Sinema Televizyon Bölümü’nde eğitim aldınız. Öncesinde neler oldu hayatınızda?
Liseyi İzmir Avni Akyol Lisesi’nde okudum. Hiç iyi değildi derslerim, “Bu çocuk okumaz” diyorlardı benim için. Nitekim de okumadım. Normal bir mesleğim olamadı bir türlü. Liseden sonra reklamcı olup reklam filmleri için metin yazmak istedim. Reklam çektikten sonra da sinema filmi çekme hayallerim vardı. Üniversitede son yılımda deneysel bir müzik grubuna katıldım. Orada kendi bestelerimi yapmaya başladım. Tam mezun olacakken de albüm yapmaya karar verdim. Birden bire sinema kariyerim askıya alınmış oldu.
Sizi en başta harekete geçiren ve sanat dallarına olan becerilerinizi açığa çıkaran müzik mi?
Beni sanata ilk yaklaştıran şey müzik oldu. Ama daha sonra keşfettiğim başka yeteneklerim konusunda kendimi eğittim. Örneğin, şiir yazmayı çok uzun ve acılı bir süreç içerisinde kendim öğrendim. O etken değil edilgen bir yetenek aslında. Resim yapmaya da yatkınlığım vardı, annem ressamdı. Ama konvansiyonel resme ne büyük bir yeteneğim ne de ilgim vardı. Üniversitede görsel tasarım dersleri aldım. Ben aslında bir illüstratörüm, sergimde de illüstrasyon resimlerim vardı. Onları kanvasa bastıktan sonra ciddi bir yağlı boya müdahalesi yaptım renk vermek için. Ardından da bütün hatları yeniden çizdim. Böylece ortaya karışık teknikte resimler çıktı.
Albümlerinizde bütün söz ve müzikler size ait. Bir müzisyen için çok değerli bir yetenek şarkı yazabilmek. Üstüne sesiniz de iyi. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öyle aman aman bir sesim yok aslında. Daha iyi olabilmek için şan dersi aldım. Bir arya falan söyleyeyim ya da “Türkiye’nin büyük sesi” olmak gibi bir iddiam yok. Kendi bestelerimi yapıyorum ve nereye çıkıp nereye ineceğimi bildiğim için belki de kendime zor şarkılar yazmıyorum. Dedem TRT’de vokalistti bir dönem, anneannem kıskandığı için bıraktı. Sesim konusunda ona çekmiş olabilirim.
Başka birisi şarkınızı söylediğinde nasıl hissediyorsunuz kendinizi?
Benim yazdığım ve stüdyomda kaydettiğim bir şarkıyken başkasından duyduğum zaman artık şarkı onunmuş gibi hissediyorum daha çok. Bu yüzden müdahale etmek istemiyorum. Sadece üretiminde faydam dokunmuş ama icrası tamamen ona ait. Dolayısıyla onun gibi geliyor bana. Yani bütün şarkılarım benim çocuğum değil.
Ne tür anlar ya da anılardan sonra yazmak bir ihtiyaç haline dönüşüyor?
Ben yazabilmek için belli vukuatlar yaşanması gerektiğini düşünmüyorum. Eğer yazdıklarımın hepsi tamamen yaşadığım ve başımdan geçen katıksız duygular olsaydı ben baya Anne Frank ya da bir Kemalettin Tuğcu karakteri biri olurdum. Ama bunlar gerçek değil, kurgu. Yazmak için prensip olarak büyük acılar çekmeyi beklemiyorum. Ben çok çalışkan ve düzenli biriyim. Her sabah kalkıp belli bir saatte yazmaya başlarım ve eğer iyi bir gün geçirdiysem bir şiirim olur, iyi bir hafta geçirdiysem şarkım olur. Eğer işler kötü giderse de bu bazen üç ay üst üste de gelebilir, orman yangını gibi kağıt çöpe atarım. Yazmak için tabii ki duygusal olmak gerekiyor biraz ama ben o kadar da duygusal değilim, sadece iyi empati kurabiliyorum.
Ürettiğiniz eserler için “Bu oldu” dediğiniz an var mı?
Bu biraz Zenon’un paradoksuna benziyor. Kum tanelerinden bir tepe oluşturmanız lazım; kaç tane kum tanesine ihtiyacınız var? Bir milyon mu, bir milyon bir mi, yoksa üç milyon mu üç milyon iki mi? Tamamlanmış hissettiğim an bitti demektir.
Bir gününüz nasıl geçiyor?
Kahvaltı, kahve, bilgisayarın başına otur ve maillere bak, iki tane gazete oku, sonra ya oku ya yaz, öğlen yemek yap ye, spor yap, akşamüstü dizi izle, arkadaşlar ya da kız arkadaşla yemeğe çık, sonra da eve dön film izle şeklinde.
Hangi dizi ve filmleri izliyorsunuz?
Dizilerden Narcos, Modern Family, South Park ve Shameless’ı izliyorum. Hollywood sinemasından Christopher Nolan’ı çok seviyorum. Bu aralar izlediğim en iyi film de Venedik Film Festivali’nde ödül alan Sivas oldu.
Peki, en çok sevdiğiniz film?
Bu soruya havalı cevabım Stanley Kubrick’in Full Metal Jacket’i, gerçeği ise Robin Williams’ın dadı rolünde olduğu Mrs. Doubtfire.
Eleştirileri değerlendirir misiniz, yoksa hiç duymamazlıktan mı gelirsiniz?
Buna da iki cevabım var aslında. Yapıcı eleştirileri dikkate almaya çalışırım diyeceğim sadece.
Hangi sesler size ilham verir?
Çok uzaktaki bir inşaat sesi. Ev sessizse ve orada büyük bir gürültü koptuğunu biliyorsam bundan mutlu olurum.
Hiç rol modeliniz oldu mu?
Nazım Hikmet, Cemal Süreya ve Turgut Uyar’ın da arasında olduğu İkinci Yeni şairlere büyük saygı duyuyorum. Ama rol model olgusunun benim hayatımda bir karşılığı yok.
Kariyerinizdeki dönüm noktası Eurovision’a katılmak mıydı?
Yok canım! Dönüm noktam resim sergim oldu çünkü kendimi tamamlanmış hissettim. Ben bu kadarım, başka sürpriz yok. Resim yapabildiğimi paylaşmak istemiştim, çok da güzel tepkiler aldım. Eurovision sadece sıkıcı bir televizyon programıydı.
Ama büyük kitlelere isminizi duyuran da o olmadı mı?
Evet ama o kitleler yok şu an. Alternatif müzik yapıyorum ben, pop değil ki.
Resimlerinizde geçmişe ait ögeleri şimdiki zamana adapte ediyorsunuz. Resimlerle kendinizi benzeştiriyor musunuz?
En fazla pikap dinliyorum. Hayatımdaki en geçerli örnek bu, antika bir adam değilim. Modern teknolojiyi çok kullanıyorum, zamanın ötesinde olarak değerlendirebilirim hatta kendimi.
Sergi fikri nasıl ortaya çıktı?
İlk resmimi “Bulunmam gerek” albümünü yazarken kafa dinlemek için çizmeye başladım. Aynı konseptte resimler yapmaya devam ettim. Hepsini eve asıyordum, salonda adım atacak yer kalmadığında sergi açmaya karar verdim. Dört ay sonra da sergimi açtım.
Şiir tarzınızı nasıl anlatırsınız?
Modern şiir değil, İkinci Yeni’nin devamı gibi hissediyorum. Aruz vezniyle falan da yazmıyorum, aslında öyle uzun uzun anlatılacak bir tarafı yok. Eğer ileride bir tarza dönüşecekse yaptıklarım ve şair olarak kabul edilirsem Üçüncü Yeni şairi diye anılabilirim. İnsanlar size şair derse şair olursunuz, kariyerimde alanlara yöneldiğim için ben kuvvetle muhtemel hiçbir zaman şair olamayacağım. Ama bakalım, yaşlanınca belki sadece şiir yazarım. Şiirde matematiğe önem veririm, kendi içlerinde çok ölçülü ve tutarlı olmalarına dikkat ederim.
Yorum yapmak ister misin?