Yazar ve fotoğrafçı Özcan Yüksek, “Devamlı yolculuk halinde olduğunuzda evrenin hareketiyle bütünleşmiş olursunuz” diyor ve yolculuğun doğanın işle yişini algılamamıza yardım ettiğini belirtiyor.
Heybeliada’da yaşıyor, Esentepe’deki ofisine bisikletiyle gidiyor. Çünkü doğayı hissetmesi ve akışa ayak uydurması şart! Görüp görebileceğiniz en farklı insanlardan biri o ve kendisini tek unvanla tanıtmak da çok zor. Yazar, fotoğrafçı, gezgin, dağcı, doğasever, hayalperest ya da resmi dille Magma Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Özcan Yüksek, yaklaşık 30 yıldır bize gitmediğimiz diyarları, tanımadığımız toplumları göstererek yolculuğu kendine ilke ediniyor. Atlas Dergisi’ni kuran ekipte yer alarak 21 yıl Atlas’ı yöneten Yüksek, okuyucularına “Ey bahtı güzel okur” olarak sesleniyor ve masalların gücüne inanıyor. Gelecek planlarını sorduğumuzda “Aslında daha fazla kitap yazmak, bir ormanın derinliklerinde altı ay yabani hayvanlarla kalmak isterim. Yaşama ihtimalim yüzde 50 olsa da… Asıl deneyim o! Benim pozisyonum hep bu isteklerime engel oldu” diyor. “Keşfetmek için” bakan Özcan Yüksek ile kariyeri ve doğa üzerine konuştuk.
Çocukluğunuz nerede geçti?
Rize’de doğdum. Kışları İstanbul’da, yazları ise Kaçkar Dağları’nın vadilerinde büyüdüm. Özellikle büyük şehirlerimizin yarısı kırsala bağlı olduğu için çatışmalar yaşanıyor. Bu, insanlara da sirayet ediyor. Rize’yle olan ilişkimi çocuk yaşlardan itibaren kurmam, bendeki çatışmayı daha sağlıklı bir hale getirdi. Her zaman doğanın farkında olmaya çalışan bir çocuktum.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde eğitim aldınız. Bilinçli bir tercih miydi?
Lise çağlarında “Adalet duygusunu öğrenmem gerekiyor, daha büyük konuşma baloncuklu düşüncelerim olabilir” diye düşünürdüm. Asla hukuk üzerine çalışmayacaktım ama hedeflerim doğrultusunda öğrenmem gerekiyordu. Yine bir ekonomist olma duygusundan tamamen bağımsız olarak uluslararası ekonomi üzerine yüksek lisans yaptım, aynı alanda doktoramı da yaptım ama Atlas Dergisi çıkınca tezimi yazamadım.
Gazeteciliğe nasıl başladınız peki?
Babam gazete dağıtım alanında çalışmasına rağmen küçükken gazetecilik yapmak hiç aklımda yoktu. Üniversitedeyken Hürriyet Gazetesi Dış Haberler Servisi’nde gazeteciliğe başladım. 28 yaşımdayken Güneş Gazetesi’ne yazı işleri müdürü olarak transfer oldum. Bir süre çalıştıktan sonra Hürriyet Pazar ekini hazırlayan ekipte yer aldım. Ardından coğrafya ve kültür konularına odaklanan Atlas Dergisi’ni çıkardık. Okuyucularıyla ilişkileri güçlü olan bir ekiptik, farklı bir dergicilik anlayışımız vardı. 21 yıl sonra Atlas ile yollarımızı ayırdık, benimle birlikte arkadaşlarım da işten ayrıldı ve tüm deneyimimizle Magma Dergisi’ni hazırlamaya başladık. En başta fikri vardı ama adı yoktu derginin, hatta “Adı Bilinmeyen Dergi” olarak sosyal medyada duyurusunu yaptık. Magma, büyük bir dergi grubunda yapılamayacak kadar nitelikli bir içeriğe sahip. Bu kadar nitelikli insanlar büyük şirketlerde istihdam edilemez. Biraz gönüllü işi yaptığımız. Derginin amacı gezegeni kurtarmak çünkü…
Magma ismi nasıl ortaya çıkmıştı?
Dergi ismi önemli, harflerin yan yana gelişi bir imgeye dönüşüyor. İçeriği kadar biçimiyle de ruhsal anlamda etkilemesi gerekiyor. Magma ismini bir okurumuz önermişti, çok beğendim. Dergicilikte tecrübe ve sezgilerime önem veririm. Önce kendi beğeneceğim bir dergi yapmak istedim her zaman.
Siz Atlas’tan ayrıldıktan sonra dergiyi boykot edip satın almayan bir hayran kitleniz var…
Derginin içeriği okurun da niteliğini ortaya koyar. Atlas Dergisi’ni Türkiye’de doğa mücadelesinin bir parçası yaptık. Biz bilgi yarattık ve okurlarımızdan bilgi aldık. Okurumuz o kadar fazla ve nitelikli ki araştırmak ve yanlış yapmamak çok önemli. Bir süre sonra bir kültüre dönüştü bu. Yapmak istediğim çok şey vardı; o dönemde ülkenin her zamankinden çok dergiye ihtiyacı olduğunu düşünmüştüm. Ancak yönetimdeki kişilerin farklı düşünceleri oldu. Medya hiyerarşik sistemin en güçlü olduğu yerlerden biridir. Ben buyrukları kabul edebilecek bir insan olmadığım için yollarımız ayrıldı. Atlas ile ilişkim bittiğinde okurum, “Plaza gitti, dergi bitti” diyebilirdi. Yokluğumuzu hissedebileceklerini fark ettiğimizde neredeyse hiçbir ticari kaygı gütmeden Magma’yı hayata geçirdik. Benim dünya görüşüm rekabetçi değil. Hatta bu tür dergilerin çoğalması taraftarıyım. Tek bir markadan çıkan bir ürün yaygınlaşamaz.
Seyahate çıkmadan önce rota çizer misiniz?
Önceden araştırırsınız ancak planların belki yarısını gerçekleştirebilirsiniz. Yol sorduğum bir yerli bana başka bir bölgeye gitmemi önerirse oraya giderim. Bazı yerler kitaplarda yazmaz, bu anlamda yoldan sapmak ve kaybolmak benim tercihim. “Adalet duygusunu öğrenmem gerekiyor, daha büyük konuşma baloncuklu düşüncelerim olabilir” diye düşünürdüm. Asla hukuk üzerine çalışmayacaktım ama hedeflerim doğrultusunda öğrenmem gerekiyordu.
Fotoğrafta güzellik kriteriniz nedir?
Güzelliği kadar konuyu anlatması önemli bir kriter. Mesela Sibirya’da Baykal Gölü’ne gittim. İnternette araştırdığınızda bir sürü fotoğrafa ulaşabilirsiniz ama okuyucu dergide haklı olarak benzersiz bir bakış açısı arar. Fotoğrafçılarımız bu yüzden yazar kadar o konuya hakim kişiler oluyor; yani konuya gölge, desen ya da bir grafik şeklinde bakmıyorlar. Fotoğraflar olmamışsa yazar isterse Yaşar Kemal olsun, o konuyu yapamayız. Yazar Mars’a gitse, “Fotoğraf var mı?” deriz; yoksa belki “Arkadaşımız Mars’a gitti” başlığıyla küçük bir haber yaparız! Biz fotoğrafı ciddiye alan bir dergiyiz. Zannediyorum ki ilk biz fotoğrafçının imzasını kullandık fotoğraflarda. Çünkü okur kaynağını bilme hakkına sahip diye düşünüyorum.
Bir kareyi elde etmeniz ne kadar sürer?
Bazen en iyi ışığı, bir bulutun dağın tepesindeki görüntüsünü ya da canlı unsurları kadraja katmak için saatlerce bekleyebilirsiniz. Gezgin amatör fotoğrafçıyla profesyonel fotoğrafçı arasındaki en büyük fark da profesyonelin daha iyi fotoğrafçı olması değil, amatörün zamanının olmamasıdır!
Yazılarınızda “Dünyayı masallar kurtaracak” diyorsunuz. Masalların nasıl bir gücü var?
Masal, mesajını endirekt olarak içine koyduğu sırla anlatan tek yöntemdir. Bir fikri yaymanız gerekir ama ne olduğunu açıkça söylemezsiniz, mesela “uçan halı”… Dinleyen onun ne olduğunu anlıyor, hatta doğru olarak kabul ediyor. Yani toplum kendi arasında gezegen ve doğayla sağlıklı bir ilişki kuruyor. Masallar savaşları, liderleri, açgözlülükleri, hatta gezegenin yok olabileceğini bile anlatır. Abartı gibi gelebilir ama evet “Dünyayı masallar kurtaracak” diyorum. Bütün zamanlarda doğru kabul edildiği için anlatılan, her görüşten insanın onayladığı en ampirik bilgiye sahiptir masallar.
Yolculuk nedir sizce?
Yolculuk sözcüğünün daha çok Ege ve Orta Asya konuşma dilinde rastladığımız çok güzel bir karşılığı vardır: Yürüyüp durma. Devamlı yolculuk halinde olduğunuzda evrenin hareketiyle bütünleşmiş olursunuz. Yolculuk bu devinimi algılamayı sağlar. Yolculuk, insanın doğayla kurduğu ilişkinin bozulmuş kısımlarının onarılmasına dayanıyor.
Doğaya karşı bilinç oluşturma misyonunuz kapsamında neler yapıyorsunuz?
Öğrenmeye ve anlatmaya çalışıyorum. Doğa Derneği’yle Doğa Okulu, Buğday Derneği’yle Yaşam Okulu kurduk. Doğayı koruyarak insanlar arasında belli bir uyumda yaşamayı sağlayacak geleneksel kültürler yaratıyoruz. Ben Türkiye’yi dünyadaki en umutlu ülkelerden biri olarak görüyorum.
Kendinizi nereye ait hissediyorsunuz?
Akan bir nehrin kenarına… Akış iyi hissettiriyor, sesi hoşuma gidiyor. Mesela Karadeniz dereleri olabilir. Ama bulundukları bölgeler duygusal olarak yorucu. Yeryüzünün orada çok inişli çıkışlı olması insanını da ateşli ve taşkın yapıyor. Coğrafya her zaman belirleyicidir. İstanbul’un ortasından koca bir boğaz geçiyor mesela. Şehrin heyecan yüklü olmasının kesinlikle yeryüzü şekliyle ilgisi var.
Kendinize en yakın gördüğünüz topluluk nerede yaşıyor?
Moğalistan’ın Kuzeyi’nde Sayan Dağları’nda Ren Geyikleri’yle birlikte yaşayan Dukhalar… Türkçe konuşuyorlar. Paylaşımcı, özgürlükçü, kadın erkeğin tamamen eşit olduğu ve aralarında şef olmayan mucize gibi bir toplum. Atlas’tayken Selcen Küçüküstel ile onları biz bulmuştuk.
En etkileyici yolculuğu nereye yaptınız?
Kuzey Kore’ye… Üniversite yıllarımdan itibaren distopyalarla çok ilgilendim. Eşitlikçi toplumların neden kurulamadığını hep merak ettim. 1984’te Pyongyang’da bunun gerçeğiyle karşılaştığımda da Zamyatin’in Biz romanından çok daha ürkütücü olduğunu fark ettim.
Unutamadığınız yolculuk hikayenizde neresi var?
Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Nuri Bilge Ceylan ve Ahmet Özyurt ile birlikte o bölgeye adım atan neredeyse ilk yabancılar olmuştuk. Çok uzun sürmüştü.
Yorum yapmak ister misin?