İlk iş yeri olan Mercedes’te 35 yılını tamamlayan Mercedes Benz İK Direktörü Salih Ertör, “Sandalyelerin, kişilerin, pozisyonların arasında kalabilirsiniz. Hem çalışanların hem de şirketin menfaatlerini her zaman birlikte gözetmeniz gerekir. Bunu yaparken ‘yaranma çabanız’ olmamalı” diyor.
Üniversiteyi bitirinceye kadar eğitimini kendi finansa ettiği için çok çeşitli işlerde çalışmış Mercedes Benz İK Direktörü Salih Ertör. Gazete satmış, büro temizlemiş, markette çalışmış, üniversitede yardımcı asistanlık yapmış. İş hayatına ise gerçek anlamda Almanya’daki Mercedes’te başlamış. Üniversitedeyken İK alanında kariyer yapmak aklında yokmuş. Ancak Münih Üniversitesi İşletme Fakültesi’nde eğitim alırken İK dersleri hem ilgisini çekiyor, hem de bu derslerde daha başarılı oluyormuş. İşletme fakültesinde yaptığı master tezini de İK üzerine hazırlamış. Fakat Ertör, Mercedes’e iş başvurusu yaptığında farklı bir bölümü hedefliyormuş. Ertör’ün Mercedes’e olan müracaatı, Mercedes İstanbul’da çalıştıktan sonradan Almanya’ya geri dönen üst düzey bir yöneticinin gözüne çarpmış. Ertör, “Controling bölümüne müracaat ettiğim halde beni İnsan Kaynaklarına yönlendiren o yöneticim oldu. Ondan sonra iş o kadar çoktu ki bir daha sağıma soluma bakamadım” diyor. Tabi Ertör, başka görevler de ek olarak yapmış. Ancak CFO asistanlığı ve genel sekreterlik görevini sürdürürken de İK’dan hiçbir zaman tam olarak uzaklaşmamış. Salih Ertör ile 35 yıllık İK macerasını konuştuk.
İK’nın bir şirketteki önemi sizce nedir?
İK şirketin ana işini (core business) destekler. Şirketin hedeflerine ulaşabilmesi için İK yetkin ve adanmış insanları, yöneticileri temin eder. Sadece temin etmekle kalmaz çünkü temin edilen insanlar “headhunter”lara bir telefon uzaklığındadır. Onları motive ederek tutmak ve doğru yerlere yönlendirmek İK’nın olmazsa olmaz fonksiyonlarından, ana görevlerindendir. İK sonuç olarak şirketin hedeflerine ulaşmasını stratejik olarak destekleyen bir birimdir.
Türkiye’nin İK alanındaki eksikliklerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
İK’nın Türkiye’de eksiği yok fazlası var. Tabii ki kurumsallaşmış şirketlerden bahsediyorum. Uluslararası şirketler de muhakkak bunların içinde. Kurumsallaşamamış şirketlerde durum doğal olarak deve misali biraz daha farklı. Deveye sormuşlar “boynun neden eğri” diye o da “nerem doğru” demiş. Türkiye’de kurumsallaşmış şirketlerin oranı arttığı müddetçe İK’nın da hem önemi artacak hem de sağladığı katkılar daha fazla olacaktır.
Mesleğe ilk başladığınız dönemlerde İK algısı, şimdikinden farklı mıydı?
Geçmişe bakarsanız İK daha çok idari işler, iş hukuku, sendikalarla olan iletişim süreci ve pazarlık gibi konularının yönetiminden sorumlu bir birim olarak görülüyordu. Daha sonra yetkin ve adanmış kişi ve yöneticilerle şirketin donanması, donatılması hedef olarak alınınca daha stratejik bir hal aldı. Personel idaresinden İK yönetimine gidiş diyebiliriz. Teknoloji gelişiyor, dünya gelişiyor, rekabet çok artıyor böyle bir ortamın içerisinde de İK’nın da geride kalması düşünülemez. Bir zincir en zayıf halkası kadar güçlüdür.
Mercedes ilk iş yeriniz mi?
35 yıl önce üniversiteyi bitirdiğim zaman Almanya’da yönetici yetiştirme grubunda (MT) işe başladım. 34 yıldır da Mercedes–Benz Türk’ün İstanbul’daki merkezindeyim. İlk girdiğiniz iş yerinizin emekli olacağınız iş yeriniz olması pek olağan bir şey değildir ama ben de anlaşılan öyle olacak.
34 yıl içinde sizi en çok gururlandıran çalışmanız hangisi?
Bugün şirketimizin sosyal sorumluluk projeleri üzerinden topluma katkısı ve rolü beni çok gururlandırıyor. Çağdaş Yaşam Destekleme Derneği ile birlikte yaptığımız “Her kızımız bir yıldız” projesi kadınların eğitimine katkıda bulunduğu için benim için öncelikli bir değer taşıyor. Sadece bu proje kapsamında meslek lisesinde öğrenim gören ve maddi imkanları kısıtlı olan ancak başarılı binden fazla kız öğrencilere burs veriyoruz. Bu da benim için gurur kaynağı.
Üniversitede farklı bir alan aklınızdan geçmiş miydi?
İşe alınmam esnasında mülakatta Almanya’daki İK’cı sormuştu: “İK’cı olmasaydınız hangi mesleği veya tahsili tercih ederdiniz?” Tıp veya hukuk okumayı tercih ederim demiştim. Tıp insanlara sağlık açısından, hukuk ise hak ve adaletin sağlanmasında destek vermek ile eş anlamlı benim için. Hizmet, adalet, yardım, organizasyon, sistem bütün bu sahalar sanki benim arayışlarımın içerisinde başarılı ve severek çalışacağım işler arasındaydı diye düşünüyorum.
Sizce başarının anahtarı nedir?
Başarının anahtarı sevdiğiniz konuda özveriyle çalışmak benim için. Analitik ve stratejik görevlerin yanında operatif işleri de pragmatik olarak yapmaktan keyif alacaksınız. Değişim yönetiminde örnek bir rol üstlenebileceksiniz.
Genç İK’cılara ne gibi tavsiyeleriniz olur?
Gençlere tavsiyem, işlerin mutfağını da görsünler, çok yönlü olarak yetişmeye uğraşsınlar, hem matematikten hoşlansınlar hem yabancı dillerini geliştirsinler, çok sayıda staj yapsınlar; toplumun çok çeşitli katmanlarıyla bir arada olsunlar, köye de gitsinler, köylünün yanında da çalışsınlar geniş bir perspektif sahibi olarak işe başlasınlar, azimle çalışsınlar, muhakkak başarılı olacaklardır.
Y jenerasyonu acımaz eleştirilere maruz kalıyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Öyle göründüklerine aldanmamak lazım. Yeni jenerasyona çok saygı duyuyorum. Onlar da kendilerine saygı duyulmasını bekliyor, izah istiyorlar. Onlara saygı duyduğunuzu samimi olarak göstermek gerekiyor. Yeni jenerasyon özgürlük, açıklama istiyor. İşimi yaparken kendimi de tamamen unutmayayım diyor. Körü körüne sadakati sorguluyor. “Veriyorsam karşılığında ne alıyorum” diyor. Bütün bunların kötü değil tam tersine ben olumlu vasıflar olduğuna inanıyorum.
Unutamadığınız mülakat anınız?
Tipik bir sorudur, “Güçlü yanlarınız ve gelişmeye açık yanlarınız nelerdir?” diye İK sorar. Bu soruyu sorduğum bir aday güçlü taraflarım bunlardır diye anlattı. “Zayıf taraflarımı da siz bulun” dedi. Gerçekten haklıydı ve bence de zor bir konu, zayıf taraflarım nelerdir sorusuna adaylar genellikle zayıf tarafıymış gibi ama güçlü olan taraflarını da anlatarak cevap vermeye uğraşır.
Sizden bir adaya soru sormanızı istesek…
Daha çok konuşmanın dinamiği içerisinde aklıma ne gelirse sormaya uğraşıyorum. Adaya buyurun anlatın, sizi dinliyorum diyebilirim. O anlatsın, daha çok ucu açık sorular sorarak adayın daha fazla kendisini anlatmasını istiyor ve o çağrışımlar nereye gidiyor onu takip etmeye uğraşıyorum. Yapısal mülakatlarda sanki şu koşullarla karşılaştınız mı, nasıl davrandınız, sonuç ne oldu, şimdi yeniden aynı konuyla, sorunla karşılaşsaydınız nasıl davranırdınız gibi klasik ve bir senaryo hazırlanmasını gerektiriyormuş izlenimi yaratan mülakatlardan hoşlanmıyorum.
Boş zamanlarınızı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Maalesef çok özel hobilerim yok. Seyahat etmeyi, okumayı severim ama eşim, “Hep iş kitabı okuyorsun, kafanı dinlendirecek roman oku” diye şikayet ediyor.
Yorum yapmak ister misin?